Mucize'nin varlığını inkar, "en kural dışı" veya "en bilim
dışı" gibi görünen Vahy'in, bizzat kendisini inkâra zemin hazırlar. Bu
yüzdendir ki Kelâm-ı İlâhî'ye de Mucizeye de "âyet" denmiştir. İkisi
de inananla inanmayanı ayırdetmeye yarayan birer ölçüttür. Biri Kâinat'ta
akılla kavranamayan bir alanın olduğunu; diğeri akılla kavranan bir alan
olduğunu göstermek içindir. Hissî mucizenin varlığını inkâr ise, Hadis ve
Sünnet’in sıhhatini inkâra zemin hazırlar.
Prof. Dr. Bekir
Topaloğlu bey, fakültemizde 28 Mart 2012 Çarşamba günü vermiş olduğu
"İslâm Düşüncesinin Gelişmesinde İmam Mâturîdî ve Mâturîdîliğin Yeri"
adlı konferansın sonunda, "Hissî mucize ile ilgili hadislere Mâturîdî’nin
bakışı nasıldır?" sorusuna şöyle cevap vermişti:
"Hissî
mucizelerin hiçbiri tevâtüren sâbit değil arkadaşlar. Karadenizli’nin
ifadesiyle; “Erkekseniz tevâtürle sâbit olduğunu ispat edin!”. Sâbit değildir.
Söyleniyor. Kelâm kitaplarında vardır. Şunu şöyle yaptı, bunu böyle yaptı… Evet
var. Ama bu âyet-i celîlere (Ankebût, 50; Yunus 20; Ra'd 27 vb.) bakacak
olursanız; hissî mucize dönemi kapandı. Onun için “okuyun!” diyorum size ben.
Okuduğunuz zaman bu âyetleri, göreceksiniz. Kapandı… Akla hitap ediyor Kur’ân-ı
Kerîm. Mânevî mucizeye, en büyük mucizeye hitap ediyor. Neden? Eğer hissî
mucize gösterilirse, insanlar buna da iman etmezse, bunun kanunu nedir? Helâk
edilmesidir bunların. Halbuki son ümmet, Ümmet-i Muhammed helâk edilmez. Çünkü
başka bir peygamber yok. Ondan dolayı hissî mucizelerin varlığı kesin değil.
Tevâtür yoluyla gelmiş değildir. Ama hadisciler buna itiraz ediyorlar,
bağırıyorlar, çağırıyorlar. Ne yapayım? Bu böyle...".
İmam Mâturîdî, Hissî
Mucize'nin en uç noktası denebilecek "inşikâk-ı kamer"le ilgili
olarak, Te'vîlâtü Ehli's-Sünne'de Kamer suresinin ilk ayetinin tefsirinde, Ebû
Bekr el-Esamm'ın (ki Ebu'l-Hüzeyl el-Allâf'ın öğrencisidir ve birçok Mu'tezilî
tarafından da tekfir edilmiştir) henüz ayın yarılmadığı ve bunun gelecekte
Kıyâmet kopacağı sırada vukû bulacağı yönündeki görüşünü verdikten sonra şöyle der:
"Ehl-i Te'vîl'in tamamı, Ay'ın yarıldığı ve bunun Hz. Peygamber
(s.a.v.)'in mucizelerinden olduğu hususunda icmâ etmişlerdir".
وعامة أهل التأويل على أن القمر قد انشق ،
فكان من معجزاته صلى الله عليه وسلم
Ardından İbn Mes'ûd
rivayetini örnek olarak zikreden Mâturîdî, Ebu Bekr el-Esamm'ın görüşünü tenkit
ettikten sonra şöyle der: "Hadis hem hâs'tan (ulemâ cihetinden) hem de
âmm'dan (halk nezdinde) mütevâtirdir".
وتواتر الحديث عن الخاص والعام
Bir sonraki âyette
geçen "ve in yerav âyeten yu’ridû ve yekûlû sihrun müstemirr" deki
"âyeten" kelimesinin yanına da "hissiyyeten" tefsirini
koyarak görüşünü açıkça belirtmiştir.
İsrâ suresinin ilk âyetlerine bakıldığında, orada İmam'ın "Hissî
mucizeler, şüpheler ve vesveseleri defetmek bakımından aklî mucizelerden
büyüktür" dediği görülecektir.
Ebû Mansûr el-Mâturîdî
Te’vîlâtü Ehli’s-Sünne
Tahkik: Dr. Mecdî Bâsellûm
Dâru'l-Kütübi'l-İlmiyye
Beyrut 2005
IX, 441-442
VII/4
(Aklî mucizelere "sihir" diyenler, İsrâ'dan dönen Hz. Peygamber'in yolda bizzat gözüyle gördüklerini anlatması üzerine iknâ oldular)
Te'vîlât'ın 10 ciltlik tahkikli neşrini indirmek için aşağıdaki resme tıklayınız
İnşikâk-ı kamer'i reddeden Nazzâm'ı hatâ etmekle suçlayan Kadı Abdülcebbâr, "Tesbîtü Delâili’n-Nübüvve" adlı iki ciltlik eserinde konuyla ilgili olarak öne sürülen aklî delillere uzun uzadıya cevap vermiş, muârızların şüphelerini çürütmüştür (I/55-59). Kısaca şöyle demiştir: "Ay'ın yarılması, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in sıdkını ve nübüvvetini tasdik eden yüce mucizelerden ve şerefli burhanlardan biridir... O konuda şüphe eden kimsenin hiçbir özrü yoktur!".
وهذا من الآيات العظام والبراهين الكرام على صدقه ونبوته صلى الله عليه وسلم ...... فلا عذر لمن شك فيه
Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Hadis Anabilim Dalı öğretim üyesi Doç. Dr. Erdinç Ahatlı’nın, “Dokuz Eylül Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Üsve-i Hasene İlim ve İrfan Topluluğu”nun daveti üzerine, 20 Mayıs 2014 Salı günü fakültemizde verdiği “En Büyük Mucize Kur'an” adlı (hissî mucizelerin ele alındığı) konferansın videosu:
Aşağıdaki yazı, Erdinç Ahatlı hocanın “Peygamberlik ve Hz. Muhammed’in Peygamberliği” adlı
kitabından müstakil bir bölüm halinde yapılmış
alıntıdır.
(DİB yay., Ankara 2011, ss. 204-252)
HİSSÎ
MUCİZELER
Allah Rasûlü’nün
gösterdiği hissî/maddî mucizeler onun peygamberliğinin önemli kanıtları
arasında sayılmış ve hemen her sîret eserinde temas edilen bir konu olmasının
yanında, mevzuyla ilgili pek çok müstakil kitap da telif edilmiştir. Kur’ân-ı
Kerîm Allah tarafından peygamberlikle görevlendirilen kimselerin,
doğruluklarını ispat etmek maksadıyla tabiat kanunlarını aşan bazı olaylarla
desteklendiğini bildirir.[1]
Kur’ân Allah’ın peygamberlerine bahşettiği “tabiat kanunlarını aşan olaylardan”
bahsederken sonraları yaygınlaşan ve genel kabul gören “mucize” kelimesini
kullanmaz. Bunun yerine Kur’ân’da “âyet”,[2]
“beyyine”[3]
ve “burhân”[4]
kelimeleri kullanılır.[5]
Hadislerde de Kur’ân’ın bu kullanımına uygun olarak “âyet” kelimesi
geçmektedir.[6]
Bu
tezin kavramlar bölümünde hissî mucizenin en yaygın ve kabul gören tarifinin
mâtürîdî kelâmcı Nûreddîn es-Sâbûnî (ö.580/1184) tarafından şu şekilde
yapıldığı belirtilmişti: “İnkar edenlere meydan okuduğu bir sırada nübüvvet
iddia eden kişinin elinde, tabiat kanunlarına aykırı olan bir hadisenin,
benzerini getirmekten inkârcıları aciz bırakacak tarzda vuku‘ bulmasıdır”.[7]
Bu
tariften de anlaşıldığı gibi mucize, Allah tarafından süregelen tabiî
kanunların dışına çıkılarak meydana getirilmektedir. Belki bunların da, henüz
anlayamadığımız gizli tabiî sebepleri vardır ve Allah onların vukûunu bu
sebeplere bağlamıştır. Burada mühim olan onların, bir peygamberin isteğiyle,
onun elinde meydana gelmesidir. Allah’ın mutlak kudretine inanan bir insan
için, onun izniyle böylesi olağanüstü hallerin meydana geldiğini kabul etmek
bir güçlük arz etmez. Kâinatı yaratan ve onda insanların asırlar boyu müşâhede
edegeldikleri “Sünnetullâh” denilen tabiî kanunlar düzenini vazeden Allah,
peygamberlik vazifesi yüklediği bir kulunu teyit için, belki yine kendi içinde
bir sistemi olan “olağan dışı” durumlara imkân vermeye kâdir ve irâde
sahibidir. Hz. Îsâ’nın doğumu ve Hz. İbrâhîm’i ateşin yakmaması gibi hakikatler
bu nevidendir.[8]
Kâinatta
meydana gelen hadiseler, tabiat kanunları dahilinde ve haricinde olmak üzere
iki tarzda tezâhür eder. Birinci kısımdakiler, sebep-netice zincirini bozmayan
ve tabiat kanunlarıyla izah edilebilen sünnetullâha uygun olarak meydana
gelmektedir. İkinci kısımdakiler ise, aksine sebep-netice zincirini bozan, tabiat
kanunlarıyla açıklanamayan ve sünnetullâha (sünnet-i âmme) aykırı olarak, yine
Allah’ın diğer bir sünneti ile (sünnet-i hâssa) ortaya çıkar. Fakat ister
olağan, isterse olağanüstü olsun, her şeyin Allah’ın irâde ve takdiriyle
meydana geldiği şüphesizdir.[9]
Bu yüzden evrende meydana gelen her şeyin determinizm anlayışı ile halledilmesi
mümkün değildir. Nitekim, tabiat kanunlarının istisnaları ve bazı hallerde iş
görmedikleri, tesirli olamadıkları psikoloji gibi bir takım alanlar mevcuttur.
Bu istisnalar fizikten psikolojiye doğru gelindikçe artmaktadır. Maddî sahada
çok ender olan istisnalar, rûhî olaylar alanında nadir hale gelebilmektedir.
İşte bu nadir ve ender haller mucize denilen hadiselerin meydana gelmesine
imkan vermektedir. Bu gün parapsikolojide ve metapsişik olaylar üzerinde
yapılan araştırmalar, tabiat kanunlarıyla izâhı kabil olmayan bazı hadiselerin
mevcudiyetini ve bir takım istisnâî hallerin var olduğunu göstermektedir.[10]
Dolayısıyla insanın, kendisine verilen kısıtlı akıl sayesinde mucizeyi inkâra
kalkışması, aslında metafizik âlemi algılaması için insan dışındaki diğer
varlıklara verilmeyen en mükemmel aracı, yani aklını tam kullanamaması
demektir.
Mucizeyi
aklen anlamaya çalışma noktasında, eski çağlarda yaşayan insanların bu gün
hayatımızın normal parçası haline gelen teknolojik gelişmeler karşısında nasıl
tavır takınacaklarını düşünmek bir ip ucu verebilir. Her halde o insanlar,
artık bilgisayar çağını aşmaya ramak kalan günümüz dünyasını görselerdi, pek
çok şeye mucize derlerdi. Henüz üzerinden iki asır bile geçmeden, yazıldığı
dönemde tam bir hayal olarak nitelenen Jülivern’in romanlarında anlattığı
konuların, bu gün fersah fersah aşılması insanlığın ulaştığı bilimsel
gelişmenin mühim bir göstergesidir. Acaba, bu yaşlı dünya, eğer Allah’ın
kendisine biçtiği vade dolmaz ise, bir asır sonra üzerindekilere şimdi bizim
hayal dediğimiz hangi olayları gösterecektir, bilinmez. Mucizenin gayesi nedir
sorusuna, selef âlimlerinden birisinin “Bir peygamberden sadır olan herhangi
bir mucizede gözetilen gaye, o peygamberin ümmetinin de aynı hadiseyi maddî
imkanlarla gerçekleştirmesinin istenmesidir”[11]
şeklinde cevaplandırması, üzerinde düşünmeye değerdir. Her ne kadar bu izaha
göre, Hz. Peygamber’in semâya çıktığı mucizenin bir benzeri olarak, onun “kendisine
tabi olan ümmeti” müslümanların aya çıkması gerekirken, bunu “davet ümmeti”nden
olanlar başarmışsa da, inşaallâh ileride, Allah Rasûlü’nün bir başka
mucizesinin benzerini de müslümanlar gerçekleştirirler.
1. Hissî
Mucizeler Konusundaki Tartışmalar
Mucizenin
aklen imkanı konusu ilgili eserlerde ve müstakil çalışmalarda[12]
çeşitli yönleriyle ele alınmış olup, burada daha fazla ayrıntı verilmesi gerek
görülmemiştir. Esasen mucizenin aklî imkanından bahsetmek ondaki “olağanüstü,
hârika” olma kaydıyla bir ölçüde ters düştüğü için, belki doğru da değildir.[13]
Öte yandan Kur’ân’daki açık ayetlere dayanarak, Allah Teâlâ’nın peygamberlerini
muhtelif hissî mucizelerle desteklediği, müslüman âlimlerin fikir birliği
ettiği bir husustur. Ancak bu peygamberlerden biri olan Hz. Muhammed’in hissî
mucize gösterip göstermediği konusu, özellikle son iki asırda bazı müslüman
yazarlar tarafından tartışmaya açılmış ve bu yazarlar, kendilerince ileri
sürdükleri çeşitli deliller getirerek Allah Rasûlü’nün hiç bir hissî mucize
göstermediğini savunmuşlardır. Konunun önemine binâen, burada Hz. Peygamber’in
hissî mucize göstermediğini iddia edenlerin delillerinin zikredilmesi ve bu
delillerin bir değerlendirilmesinin yapılması uygun olacaktır.
a) Hissî
Mucizeleri İnkar Edenlerin Delilleri
Hz.
Peygamber’in hissî mucizelerini inkâr edenlerin delilleri iki ana noktada
toplanmaktadır. Bunlardan ilki, Kur’ân’ın pek çok âyetinde müşriklerin Rasûlullah
(s.a.)’den mucize istemeleri karşısında, bunlara müspet cevap verilmeyip
sürekli reddedilmeleridir. İkincisi ise, mucizelerle ilgili rivâyetlerin
mütevâtir olmayıp âhâd yollarla nakledilmiş olmasıdır. Onlara göre, eğer bu
rivâyetlerde anlatılan olayların çoğu söz konusu hadislerde belirtildiği gibi,
yüzlerce sahâbenin gözleri önünde gerçekleşseydi bir kaç sahâbenin nakliyle
değil, daha fazla sahâbenin rivâyetiyle gelirdi. Zira tabiat kanunlarını aşan
böyle hadiselerin yüzlerce kişi tarafında görülüp de başkalarına anlatılmaması
mümkün değildir. Eğer bu olaylar gerçekleşseydi, mutlaka çoğunluk tarafından
anlatılarak şuyû bulacak ve mütevâtir hale gelecekti.[14]
Allah Rasûlü’nün
hissî mucizelerini kabul etmeyenlerin delil olarak getirdikleri âyetlerin
bazıları şunlardır: “Eğer onların yüz
çevirmesi sana ağır geldi ise, yapabilirsen yerin içine inebileceğin bir tünel
ya da göğe çıkabileceğin bir merdiven ara ki onlara bir mucize getiresin! Allah
dileseydi elbette onları hidayet üzerinde toplayıp birleştirirdi, o halde sakın
câhillerden olma.”[15]
“Ona Rabbinden bir mucize indirilseydi
ya! dediler. De ki: Şüphesiz Allah mucize indirmeye kâdirdir. Fakat onların
çoğu bilmezler.”[16]
“...Haydi, bize hemen öncekilere
gönderilenin benzeri bir mucize getirsin, dediler. Onlardan önce helâk
ettiğimiz hiçbir kasaba halkı iman etmemişti; şimdi bunlar mı iman edecekler.”[17]
“Rasûlüm! İnanmıyorlar diye neredeyse
kendini mahvedeceksin. Biz dilesek, onlara gökten bir mucize indiririz de ona
boyun eğip kalırlar.”[18]
“Ama onlara katımızdan gerçek gelince:
“Mûsâ’ya verildiği gibi buna da mucize verilmesi gerekmez mi?” derler. Peki daha
önce Mûsâ’ya verileni de inkâr etmemişler miydi? “Yardımlaşan iki sihirbaz”
demişlerdi; “Hepsini inkâr edenleriz” demişlerdi. De ki: Eğer doğru sözlü
iseniz, Allah katından bu ikisinden daha doğru bir kitap getirin de ona uyayım.”[19]
“Bizi mucizeler göndermekten alıkoyan
şey, ancak öncekilerin onları yalanlamış olmalarıdır.”[20]
“Rasûlüm! Sen daha önce bir kitaptan
okumuş ve elinle de onu yazmış değildin. Öyle olsaydı bâtıl söze uyanlar
şüpheye düşerlerdi”. “Ona Rabbinden mucizeler indirilmesi gerekmez miydi?”
derler. De ki: Mucizeler ancak Allah’ın katındandır. Doğrusu ben, sadece apaçık
bir uyarıcıyım.”[21]
“Şöyle söylediler: “Bize, yerden
kaynaklar fışkırtmadıkça sana inanmayacağız”. Veya hurmalıkların, bağların
olup, aralarından ırmaklar akıtmalısın. Yâhut da iddia ettiğin gibi göğü
tepemize parça parça düşürmeli, ya da Allah’ı ve melekleri karşımıza
getirmelisin. Yâhut da altından bir evin olmalı ya da göğe çıkmalısın. Bununla
beraber, bize gökten okuyacağımız bir kitap indirmedikçe oraya çıktığına da
inanacak değiliz...”[22]
“Kendilerine bir mucize gösterilirse,
mutlaka ona inanacaklarına dair yeminlerin en kuvvetlisiyle Allah’a yemin
ettiler. De ki: Mucizeler ancak Allah’ın katındandır. Onların mucize geldiği
zaman da inanmayacaklarının farkında değil misin?”[23]
“Görülüyor
ki, Allah’ın kitabında Hz. Peygamber’in Kur’ân’dan başka bir mucizesi bulunduğu
söylenmiyor. Halbuki Kur’ân, Hz. Peygamber’den önceki peygamberlerin
mucizelerinden söz etmiş, fakat Hz. Peygamber’in tabiat kanunlarına uymayan hiç
bir hâl ve hareketinden bahsolunmamıştır. Allah’ın kitabı böyle buyurduğu ve
Peygamberin hadisi de bunu gerektirdiği halde, acaba eski müslümanlardan bir
kısmını Hz. Peygamber’in maddî bir takım hârikalar yapmış olduğunu söylemeye sevkeden
sebep nedir? Anlaşılan bunlar Kur’ân’ın Hz. Peygamber’den önce gelen
peygamberlere ait mucizelerden söz ettiğini görmüş, bu gibi harikaların
peygamberlik gereklerinden olduğuna kanmış ve onun için bu yoldaki sözlere
inanmış, mucizelerin sayısı ne kadar çoğalırsa, peygamberlik de o nispette
kemâl bulacağına ve insanların peygamberliğe daha fazla inanacaklarına
kanmışlardır. Halbuki Hz. Peygamber’i daha başka peygamberlere benzetmek,
yanlış benzetmedir. Çünkü Hz. Muhammed’e verilen mucizenin, in, cin tarafından
eşi yapılamayacak insânî ve aklî bir mucize olmasını istemiştir. Bu mucize de
Kur’ân’dadır ve Cenâb-ı Hakkın belirmesini istediği en büyük mucize budur.
(...) Cenâb-ı Hak Hz. Muhammed Mustafâ’yı maddî mucizelerle teyit etmek
isteseydi onu da yaptırır ve kitabında da söz konusu ederdi...”[24]
“Ayın
yarılması, taşların onun (Hz. Peygamber) huzurunda tesbih etmesi, parmaklarının
arasından suyun kaynaması, hurma ağacının onun için ağlaması, devenin kendisine
şikayette bulunması, zehirli keçi (etinin) şehâdeti gibi mütevâtir olmayan
mucizelere gelince, bunların ortaya çıkışında halk muhayyilesinin büyük rol
oynadığı gayet açıktır. Bunlar, sahîh fiil ve açık akılla çelişmektedirler.”[25]
Tabiatıyla
burada, Hz. Peygamber’in hissî/maddî mucizelerinin olmadığını savunan müslüman
fikir adamlarının görüşlerine yer verilmiştir. Yoksa, son iki asırda İslâm ve
onun peygamberi üzerinde yoğun mesâi sarfeden müsteşriklerin, konuyla ilgili
çalışmalarında ileri sürdükleri argümanlar da yukarıkilerden hiç farklı
değildir.[26]
Bu görüşlerin benzerliği hakkında kurulan paralellikle amaçlanan, müslüman
fikir adamlarının müsteşriklerin dümen suyuna gittiklerini îmâ ederek, onları
karalamak veya itham etmek asla değildir. Fakat münhasıran bu konuda değil,
daha pek çok ilmî meselede, yakın zamana kadar İslâm coğrafyasının büyük bir
bölümünün Batı’nın sömürgesi olarak kalmasının da etkisiyle, dönemin güçlü
pozitivist akımından etkilenmediğini söylemek, gerçekçi bir bakış açısı olmasa
gerektir.[27]
Tabi bu arada maddeci zihniyetin hakim olduğu Batı insanına, İslâm’ın bazı
konularının anlatılmasında karşılaşılan sıkıntılar da unutulmamalıdır. Nitekim
Reşid Rıza (1865-1935), Hz. Muhammed’in mucize göstermediğini iddia eden
hıristiyan kiliselerinin bu görüşlerinin, kendi yaşadığı dönemde Hz.
Peygamber’in değil de kiliselerin aleyhine işlediğini; zira aklı ve ilmi ölçüt
kabul eden Avrupalıların maddî mucizeleri kabul etmediklerinden bahisle “Eğer
Kur’ân’da Mûsâ ve Îsâ peygamberlerin mucizelerini destekleyen anlatımlar
bulunmasaydı, özgür düşünceli Avrupalıların müslümanlığı seçerek hidayete
ermeleri daha çok ve hızlı olurdu. Çünkü, Kur’ân akıl, ilim ve beşer fıtratına
uygundur”[28]
derken, muhtemelen bütün samimiyetiyle İslâm’ı tebliğ ızdırabını yaşamaktaydı.
Ancak, bu ifadelerin iman mantığına ne kadar uyduğu doğrusu tartışma götürse
gerektir. Bu sözleriyle Reşid Rıza’nın, şuur altında da olsa, ister istemez
Batıdaki pozitivist fikir akımından etkilendiği söylenebilir.
İşaret
edildiği gibi, rivâyetlerde geçen Hz. Peygamber’in hissî mucizelerini inkâr
konusunda, müslüman müelliflerin fikirlerine yer verilmiş olup, son iki asırda
müsteşriklerin mevzuya dair yaptığı etütlerde ulaştıkları sonuçlar bütün
teferruatıyla serdedilmemekle beraber, burada, konunun târihî boyutları ve arka
planının daha iyi anlaşılması için, yedinci hicrî asırda Bağdat’da yaşamış
Mûsevî filozof ve edîbi İbn Kammûna’nın (ö.683/1284) çalışmasından bahsetmek
yerinde olacaktır. İbn Kammûna nübüvvet açısından üç din; yahûdîlik,
hıristiyanlık ve müslümanlığı incelediği eserinde, müslüman müelliflerin Hz.
Muhammed’in peygamberliğini ispat sadedinde ortaya koydukları delilleri,
mükemmel sayılabilecek bir tasnif ve akıcı bir Arapça’yla sıralayıp bunları tek
tek tenkide tabi tutmaktadır. İlginçtir, anılan filozof Hz. Peygamber’in hissî
mucizelerini reddederken, aynı şekilde, yukarıda zikredilen mucize isteklerini
geri çeviren âyetlerle, mucize rivâyetlerinin haber-i vâhid olduğu ve kesin
ilim ifade etmediği gerekçelerini ileri sürmektedir. Öyle ki, İbn Kammûna’nın
ifadeleri okunduğunda, son iki asırda hissî mucizeleri kabul etmeyen görüşler
sanki motamot bunların tercümesidir, denilebilir.[29]
b) Bu
Delillerin Değerlendirilmesi
Hissî/maddî
mucizeleri inkâr edenlerin delillerini değerlendirirken, önce konuyla ilgili
getirilen Kur’ân ayetlerinden başlamak daha doğru olmalıdır. Çünkü, bu müslüman
alimler de kendilerini söz konusu menfî görüşe götüren kanıtların esas
itibariyle âyetler olduğunu söylemektedirler. Dolayısıyla Hz. Peygamber’in
mucizeleri hakkında, ilk kaynağı temel veri kabul etme noktasında müspet ve
menfî fikir beyan edenler müttefiktirler.
ba) Hissî
Mucize Taleplerini Reddeden Âyetler
Mezkur
âyetler okunduğunda “Biz sana hiç bir maddî mucize vermedik” anlamına
gelebilecek sarîh bir ifadenin bulunmadığı görülmektedir. Bununla beraber, her
ne kadar böyle direkt bir ifade bulunmasa da, müşriklerin ısrarlı mucize
taleplerinin hep reddedilmesi ve hiç olmazsa bu isteklerden bir tanesinin kabul
edildiğini gösteren bir anlatımın olmaması, dolaylı olarak, onlara hissî mucize
gösterilmediği manasına gelmektedir. Zaten mucizeler konusunda menfî
düşünenlerin çıkarımları da buna dayanmaktadır. Ancak, konuya ilişkin ileri
sürülen âyetler bağlamlarından koparılmaksızın sibak ve siyâkıyla birlikte bir
kaç âyet olarak peşpeşe okunduğunda, yukarıdaki Hz. Peygamber’in mucizelerine
dair menfî yargının en azından kesin hüküm halinde algılanamayacağı iz‘ân ve
idrak sahibi herkesin kabulleneceği bir husustur. Bu âyetler öncesi ve
sonrasıyla okunduğunda esas itibariyle beş konuya vurgu yapıldığı net bir
şekilde görülmektedir:
1. Mucize ile
iman arasında doğru bir orantı yoktur. Yani insanların iman etmeleri gösterilen
mucizeler nispetinde artmamakta, hatta bazan tersi de olabilmektedir.
2. Mucizeleri
gösterme mutlak olarak yüce yaratıcı Allah Teâlâ’nın yetkisi ve kudretindedir.
O’nun izni olmaksızın hiç kimse, peygamber bile olsa kendiliğinden mucize
gösteremez.
3. İstenilen
mucize gösterilmesine rağmen iman edilmezse, bu talepte bulunanların toplu
helâk edilmesi, Allah’ın önceki ümmetler için uyguladığı değişmez kanunudur.
4. Hz. Peygamber
münkirlerin mucize isteklerine fazla itibar etmemeli ve onların dimağlarını
Kur’ân’ın ebedî mucizeliği üzerinde düşünmeye kanalize etmelidir.
5. Mekke
müşrikleri bu mucize istekleri konusunda asla samimi değillerdir. Onların bu
talepleri ne kadar karşılanırsa karşılansın, hiç bir zaman inanmayacaklardır.[30]
Nitekim bu husus, onların ifade yerindeyse mucizeyi de aşan saçma sapan
isteklerinden[31]
açıkça anlaşılmaktadır.
Tekrardan
kaçınmak maksadıyla, yukarıda zikredilen âyetler öncesi ve sonrasıyla burada
yeniden yazılmamıştır. Konuyu tetkik etmek isteyenler Kur’ân-ı Kerîm’den bu âyetleri
okuyunca sıralanan bu beş maddenin mefhumunu göreceklerdir. Diğer taraftan,
anılan âyetlerin işaret ettiği bu hususlar, mucizelere dair sahih hadislerle
mukayese edildiğinde ikisinin hemen hemen tam bir mutabakat arz ettiği
söylenebilir.
Sıralanan
bu maddelerin hadislerle olan uyumuna, Hz. Peygamber’in Mekke döneminde ne
kadar mucize gösterdiğinin cevabı aranarak başlanabilir. Meşhur hissî
mucizelerle ilgili rivâyetler tarandığında, bunların neredeyse tamamının Medîne
döneminde ve müslümanlara gösterildiği[32]
müşahede edilmektedir.[33]
Yine dikkat çeken çok önemli bir husus, inanmayanların mucize isteklerini
anlatan âyetlerin tamamının Mekke’de nâzil olan surelerde yer almış olmasıdır.[34]
Dolayısıyla Mekke döneminde münkirlerin mucize taleplerini reddeden âyetlerle,
bu âyetlerin nüzûlünden çok sonra Hz. Peygamber’in Medîne’de müslümanlara
gösterdiği mucizeler arasında bir bağlantı yoktur. Zira Medîne’deki bu
mucizeler ne müşriklerin talebi üzerine, ne de inanmayanları iman ettirmek
maksadıyla gösterilmiştir. Aksine genellikle bu mucizeler, bazı seriyyelerde
karşılaşılan yiyecek ve su sıkıntısını gidermek, bu sayede önceden büyük
çileler çekerek hiçbir olağanüstülük beklemeden İslâm’ı seçen ve bir anlamda
büyük imtihanı başaran müslümanlara bir lütuf ve imanlarını güçlendirme
gayesiyle gösterilmiştir, denilebilir.
Mekke
döneminde müşriklerin mucize isteklerinin bir kez müspet karşılandığını
gösteren ve dolayısıyla ilk anda mezkur âyetlerle tenâkuz halinde bulunduğu
anlaşılan tek örnek ayın yarılmasıyla ilgili hadislerin bazı rivâyetleridir.
Ayın yarılması mucizesini anlatan, sened açısından güvenilir hadisler içinde
sadece Enes b. Mâlik’den gelen rivâyetlerde, bu olayın inanmayan Mekke’lilerin
isteği üzerine gerçekleştiği zikredilmektedir.[35]
Bu olaya birazdan temas edilecek ve söz konusu hadislerin bu âyetlerle çelişip
çelişmediği değerlendirilecektir.
1. Mucize
ile iman arasında doğru bir orantının bulunmaması nedeniyle inanmayanların
mucize taleplerinin reddedilmesi Hz. Peygamber’e özel bir durum değildir.
Kurân-ı Kerîm’in çeşitli âyetlerinde önceki ümmetlerin, kendi peygamberlerinin
gösterdikleri mucizelere inanmadıklarının bildirilmesinin yanında, bugün elde
mevcut Kitâb-ı mukaddes incelendiğinde de benzer sonuçlara tesadüf edilir.
Meselâ Firavun Hz. Mûsâ’nın açık mucizelerini görmesine karşın ona
inanmamıştır.[36]
Yine, mucizelerin talep üzerine değil, peygamber tarafından kendiliğinden
gösterilmesinin de Allah Rasûlü’ne has bir durum olmadığı görülmektedir. Meselâ
Yeni Ahid’de geçen Hz. Îsâ’nın mucizeleri okunduğunda, onun çoğu kere mucize
isteklerini geri çevirdiği ve fakat ihtiyaç anında bir talep olmaksızın
kendisine inananlara mucizeler gösterdiği müşahede edilmektedir.[37]
Hz. Îsâ, inanmayanlara, düşmanlara, hased edenlere mucize göstermek
istememiştir.[38]
Öyle ki, çevresindekilerin çeşitli mucizeler görmelerine rağmen inanmayıp
yeniden mucize istemeleri üzerine Hz. Îsâ şöyle demiştir: “Bu nesil kötü bir
nesildir, alâmet arıyor; ona Yunus peygamberin alâmetinden başka bir alâmet
verilmeyecektir.”[39]
Nitekim Kur’ân’da anlatıldığına göre, havârîler Îsâ peygamberden gökten bir
sofra indirmesini isteyince o buna karşı çıkarak “Eğer iman etti iseniz
Allah’tan korkun” cevabını vermiştir. Devamındaki âyetlerde Allah Teâlâ
havârîlerin isteklerini yerine getireceğini fakat, içlerinden kim iman etmezse
kâinatta hiçbir kimseye etmediği azapla onu cezalandıracağını, buyurur. Burada
Kur’ân, sofranın gönderilip gönderilmediği konusunda susar ve bir açıklama
yapmaz.[40]
Pek tabi olarak, nasıl yukarıda Hz. Îsâ için söylenenlerden onun hiçbir mucize
göstermediği neticesi çıkarılamazsa, aynı şekilde, Hz. Peygamber’in de maddî
mucizelerinin olmadığı söylenemez. Zira, tekrâren vurgulamak gerekirse, bu
örneklerden Hz. Îsâ ve Hz. Peygamber’in hiç mucize göstermedikleri değil,
inanmayanların mucize isteklerini kabul etmedikleri anlaşılmaktadır. Aksi bir
anlayış, Hz. Îsâ’nın da mucize göstermediği manasına gelir ki, bu açık Kur’ân
âyetleriyle çelişmektedir.
2. İkinci
maddede belirtilen, mucizeleri gösterme yetkisinin mutlak olarak Allah Teâlâ’ya
ait olduğu Hz. Peygamber’in hissî mucizeleriyle alâkalı rivâyetlerde de
görülmektedir. Allah Rasûlü, muhtemelen, önceki ümmetlerin gördükleri
mucizeleri, peygamberin şahsına atfedip ona beşer üstü vasıflar yüklemeleri
sebebiyle, kendi ümmetinin de aynı hataya düşmemesi için, gösterdiği hissî
mucizelerin Allah’ın izni ve kudretiyle olduğunu özellikle bildirmiştir.
Sözgelimi suların çoğalmasıyla ilgili bazı rivâyetlerin sonunda Rasûlullah
(s.a.) şöyle buyurur: “Haydi, temiz ve mübarek suya geliniz! Bereket
Allah’tandır”.[41]
İbn Hacer bu ifadeyi açıklarken “Burada, yaratmanın Allah’tan olduğuna bir
işaret vardır” der.[42]
Başka bir rivâyet de şöyledir: Ümmü Mâlik el-Ensârî Allah Rasûlü’ne içi yağ
dolu bir tulumu hediye olarak getirmişti. Hz. Peygamber’in isteğiyle Bilâl
(r.a.), tulumu tamamen boşaltıp ona geri verdi. Ümmü Mâlik eve geldiğinde
tulumun yağla dopdolu olduğunu görünce, Hz. Peygamber’in bu hediyeyi kabul
etmediğini zannetti. Oysa, tulum mucize olarak dolmuştu. Bunun üzerine Rasûlullah
(s.a.) ona şöyle buyurdu: “Âfiyet olsun ey Ümmü Mâlik! Bu, Allah’ın sevabını
çabucak/hemen verdiği bir berekettir”.[43]
Yine bu tür rivâyetlerde geçen “Allah’ın izniyle” ve “Şifânın Allah’tan
istenmesi”[44]
ifadeleri bunun bâriz misâlleridir. Hz. Peygamber’in, mucizelerin gerçek
yaratıcısının Allah olduğu konusundaki bu hassâsiyetini, sahâbîler gayet iyi
anlamışlardır. Nitekim yemeğin bereketlenmesiyle alakalı bir mucizeyi anlatan
sahâbî Samura b. Cündeb’in, bir tabak tirit yemeğinin ashâb tarafından sabahtan
öğleye kadar yenildiğini söylemesi üzerine, dinleyicilerden bir adam “tabağa
ilâve yapılıyor muydu?” diye sorunca o, şöyle cevap vermiştir: “Bunun nesine
hayret ediyorsun ki! Başka yerden değil ancak -eliyle göğe işaret ederek-
şuradan ilâve yapılıyordu”.[45]
Diğer taraftan, bu tür olayların öncesinde Rasûlullah (s.a.)’in Rabbine dua
etmesi[46]
de gerçek sâniin O olduğunu sahâbîlere göstermekteydi.
3. Kur’ân-ı
Kerîm’in önceki ümmetlerin mucize isteklerini anlatan âyetlerinde, son
merhalede bu talepler yerine getirildiğinde iman edilmezse, onların toplu
helâka maruz kaldıkları anlaşılmaktadır. Halbuki yukarıda Hz. Peygamber’in
hissî mucizeleri konusunda verilen bilgilerden, bu mucizelerin önceden müslüman
olanlara gösterilmesi nedeniyle aralarında bir mahiyet farkının olduğu
görülmektedir. Birincisi, münkirlerin iman etmeleri için son uyarı niteliği
taşır ve korkutma amacıyla gösterilir. İkincisinde ise, korkutma değil
inananların sıkıntılarını giderme ve imanlarını güçlendirme söz konusudur. Bu
nedenle Abdullah b. Mes‘ûd (r.a.), Hz. Peygamber’i görmeyen tâbiîn neslinin,
önceki ümmetlere son uyarı olarak gösterilen mucizelerin korkutma maksadıyla
olduğunu beyan eden âyetle[47]
Rasûlullah (s.a.)’in müslümanlara gösterdiği mucizeler arasında bir ilgi
kuramamalarından olsa gerek, onlara şöyle demiştir: “Biz mucizeleri bereket
sayardık, siz ise korkutma sayıyorsunuz”.[48]
İbn Mes‘ûd gibi fakîh bir sahâbî, bu ifadesiyle her mucizenin korkutma unsuru
taşımadığını, özellikle Allah Rasûlü’nün kendilerine gösterdiği mucizelerin bir
hayır ve bereket olduğunu beyan etmektedir.[49]
Ayrıca onun bu açıklamalarından, mucize taleplerini reddeden âyetlerin nasıl
anlaşılması gerektiği ortaya çıkmaktadır. Açıktır ki, bu anlayış, yukarıda izah
edilmeye çalışılan anlayıştır.
Bazı
rivâyetler, inanmaya asla niyetleri olmayan Mekke müşriklerinin âyetlerde
belirtilen mucize isteklerine temas etmiştir. Buna göre, onlar Hz.
Peygamber’den Safâ tepesini altın ve civardaki dağları ziraata elverişli ova
yapmasını istemişlerdir. Bunun üzerine Allah Teâlâ peygamberine, dilersen
onların isteklerini yerine getiririm, eğer, yine inkâr ederlerse öncekilerin
helâk edildikleri gibi helâk edilirler; dilersen mühlet veririm belki
içlerinden hidayetle hayat bulan olur, şeklinde vahyetmiş ve şu âyet[50]
indirilmiştir: “Bizi mucizeler
göndermekten alıkoyan şey, ancak öncekilerin onları yalanlamış olmalarıdır.
Semûd kavmine, açık bir mucize olmak üzere bir dişi deve vermiştik. Onlar ise,
(bu deveyi boğazladılar ve) bu yüzden zâlim oldular...”.[51]
Başka bir rivâyette Allah Teâlâ, dilersen onlara tövbe ve rahmet kapısını
açayım buyurunca Hz. Peygamber bunu tercih etmiş ve helâk olmalarını arzu
etmemiştir.[52]
Benzer bir rivâyette, Rasûlullah (s.a.), onların bu istekleri konusunda Rabbine
yalvaracağını, şâyet kabul edildikten sonra inanmazlarsa gerçekten helâke
uğrayacaklarını söyleyince, isteklerinden vazgeçtikleri bildirilmektedir.[53]
Bundan dolayı Allah Rasûlü (s.a.), Sâlih peygamberin kavminin helâk olduğu
“hıcr” mevkiine gelince, onları örnek göstererek, insanlardan mucize talep
etmemelerini istemiştir.[54]
Hz. Peygamber’in, burada verdiği örnekten anlaşıldığı kadarıyla, inanmayanların
istekleri gibi, meydan okuma tarzında mucize talep edilmemesini kastettiği
anlaşılmaktadır. Zira güvenilir hadislerde, Hz. Ömer’in, imanla bir bağlantı
kurmaksızın müslümanların su ve yiyecek sıkıntısını gidermek amacıyla, Rasûlullah
(s.a.)’den bereket duası (mucizesi) talep ettiği zikredilmektedir.[55]
İlâhî
takdir, son peygamber Hz. Muhammed’in tebliğe ilk muhatap olan kavminin toplu
helâke maruz kalmasını dilememiştir. Belki bu, diğer insanların hepsini içine
alan tebliğin sürekliliği ve Allah Rasûlü’nün görevini başarıyla tamamlaması
açısından gerekliydi. Çünkü, başta Hz. Peygamber’e karşı çıkan pek çok
sahâbînin, sonradan imanla şereflenip dini tebliğ hususunda yaptığı hizmetler
düşünüldüğünde, toplu helâkin gerçekleşmemesinin, beşerî anlayışla zâhirî
planda ne kadar isabetli olduğu görülmektedir. Rasûlullah (s.a.)’in âlemlere
rahmet olarak gönderilmesinin[56]
bir yansıması da muhtemelen, onun ümmeti için toplu helâkin vârid olmamasıdır.
4. Dördüncü
maddede belirtilen, Hz. Peygamber’in müşriklerin mucize isteklerine fazla
itibar etmemesi ve onların dimağlarını Kur’ân’ın ebedî mucizeliği üzerine
yönlendirmesi gerektiği konusu da hadislerle teyit edilmiştir. Nitekim yukarıda
Kur’ân mucizesi konusu işlenirken, Allah Rasûlü’nün “Hiç bir peygamber yoktur
ki ona, insanların benzerine iman ettiği bir mucize verilmemiş olsun. Bana ise,
ancak Allah’ın vahyettiği vahiy verilmiştir. Bu sayede, kıyamet günü
peygamberlerin en çok tâbiî bulunanı olmayı ümit ederim”[57]
hadisi zikredilmişti. Bu hadis, inanmayanlara meydan okuma anlamında, önceki
peygamberlere verilenin bir benzeri olarak Hz. Peygamber’e Kur’ân mucizesinin
verildiğini açıklamaktadır. Yoksa onun (s.a.) hissî mucizeler gösterdiğini
nakzetmemektedir. Kur’ân’ın Rasûlullah (s.a.)’in en büyük mucizesi oluşu ve bu
mucizeyi diğerlerinden ayıran farklar konusunda ilgili bölümde yeterli bilgi
verilmiştir.[58]
5. Öte
yandan, Mekke müşriklerinin mucize taleplerinde samimi olmadıkları yukarıda
verilen İsrâ suresinin 90-93. âyetlerinde açıkça görülmektedir. Hz.
Peygamber’den Allah’ı ve melekleri karşılarına getirmesini isteyecek kadar
ileri giden bu münkirlerin, istekleri yerine getirilse de, asla inanmak gibi
bir maksatları yoktu. Bu âyetlerin sonunda müşrikler, Hz. Peygamber göğe çıksa
bile, oradan kendilerine okuyacakları bir kitap indirmedikçe ona
inanmayacaklarını söylemektedirler. Allah Teâlâ onların bu sözlerinde de samimi
olmadıklarını “Sana Kitâb’ı kağıtta
yazılı olarak indirmiş olsak da, elleriyle ona dokunsalar, inkâr edenler yine
de “Bu apaçık bir büyüdür” derlerdi”[59]
âyetiyle beyan etmektedir. Onların Allah’ı karşılarında görmek istemeleri bir
tarafa, melekleri dahi görmeleri, iman imtihanın bitip her şeyin sona ermesi
demekti. Zira Kur’ân ifadesiyle, melek indirilmiş olsaydı iş bitirilmiş ve
onlara göz açtırılmazdı.[60]
Bazı hadis rivâyetlerinde, münkirlerin iman etmek için daha başka isteklerinin
olduğu da bildirilmiştir. Sözgelimi Kusay b. Kilâb’a kadar bütün atalarının
diriltilmesi ve onların Hz. Muhammed’in gerçek peygamber olduğunu kendilerine
söylemesi, bu saçma sapan istekler arasındadır.[61]
İnanmayanların bu tür istekleri sadece Hz. Peygamber’in ümmeti için değil,
önceki peygamberlerin ümmetleri için de karşılanmamıştır. Zira bunlar,
mucizenin de ötesinde büsbütün ilâhî âdete aykırı isteklerdir[62]
ve insanların imtihan için gönderiliş gayesiyle taban tabana zıttır.
Bu
izahların ışığında bir değerlendirme yapıldığında, Kur’ân âyetlerinde geçen
mucize isteklerinin reddedilmesinden hareketle, Hz. Peygamber’in hiç bir mucize
göstermediği sonucuna gitmek doğru ve tutarlı bir anlayış olarak
gözükmemektedir. Ayrıca, bu âyetlerden çıkarılan ve yukarıda beş madde halinde
özetlenen hususların, Rasûlullah (s.a.)’in hissî mucizeleriyle çelişmediği
ilgili hadislerden verilen örneklerden anlaşılmaktadır.
bb) Kur’ân’da
Ayın Yarılması Olayı
Diğer
taraftan, Hz. Peygamber’in hissî mucizeler gösterdiğine kuvvetli bir şekilde
işaret eden Kur’ân âyetleri mevcuttur. Bu konudaki en önemli delillerden
birisi, Kamer suresinin baş tarafında anlatılan ayın yarılmasıyla alâkalı
âyetlerdir. Bu âyetlerde Hz. Peygamber’in Mekke’de müşriklere gösterdiği ayın
yarılması mucizesine işaret edilmiştir. Allah Teâlâ bu âyetlerde şöyle buyurur:
“Kıyâmet saati yaklaştı, ay yarıldı.
Onlar bir mucize görseler hemen yüz çevirirler ve “süregelen bir büyüdür”
derler. Yalanladılar ve kendi heveslerine uydular. Halbuki, her iş sonunda
kendi amacına varıp karar kılacaktır”.[63]
Burada maddî bir olay olan “ayın yarılması”nı gören münkirlerin, “bir büyü”
diyerek yüz çevirmeleri dikkat çekicidir. Bir çok âyette, önceki peygamberlerin
muhataplarının onlarda görmüş oldukları hârikulâde durumlara/olaylara inanmayıp
bu işlerine “büyü” dedikleri anlatılmaktadır.[64]
Bu durumlar göz önüne alınınca denilebilir ki; Hz. Peygamber’e “sâhir: büyücü”[65]
demiş olan müşrikler, onda gördükleri olağanüstü şeylerden dolayı ona böyle
demişlerdi.[66]
Bazıları
bu ifadeden kıyamete yakın “ay yarılacak” şeklinde bir anlam çıkarmışlardır.
Nitekim Kur’ân’ın bazı âyetlerinde ileride meydana gelecek bir olayın, manayı
tekîd amacıyla, geçmiş zaman sîgasıyla anlatılması vâkidir.[67]
Ancak buradaki ilgili âyetin sibak ve siyâkına bakıldığında, bu olayın
istikbâle yorumlanması uygun düşmemektedir. Çünkü böyle bir mana verildiğinde
baştaki “kıyâmet yaklaştı” ibaresi anlamsız olmaktadır. Şayet ay, bu âyetin
indiği zamana kadar yarılmayıp gelecekte yarılacaksa, o takdirde, “kıyâmet
yaklaştı” demek bir mana ifade etmez. Zira, istikbalde meydana gelecek bir
olay, kıyametin geleceğine nasıl delil teşkil etsin? Öte yandan, âyetin
devamında inanmayanların bir mucize gördükleri zaman buna büyü dedikleri
söylenmektedir. Kıyamet koparken ayın ikiye yarılmasını inkâr etmek ve ona büyü
demek pek manasız olur. O zaman, ona “bir büyüdür” demeye mahal yoktur.[68]
Kur’ân’da tasvir edilen kıyametin kopuşuna dair sahneler topluca göz önünde
canlandırılırsa, o anda bunu yaşayan insanların, bu dehşet verici hâdiselere
büyü demelerinin mümkün olmadığı anlaşılır. Bu konuda, hakikaten büyük ve
yıkıcı depremleri misâl olarak hatırlamak, olayı daha iyi anlamak ve kavramak
açısından bir fikir verebilir. Kıyâmetin çok küçük bir provası niteliğindeki
büyük ve yıkıcı depremleri yaşayanların ilk aklına gelen, ne bir hayâl ne de bir
büyüdür; sadece ve sadece bütün yalınlığı ile olayın gerçekliğidir.
Anılan
âyetlerin, gelecekte kıyâmet koparken ayın yarılmasını anlattığını savunanların
ileri sürdükleri diğer bir delil de ikinci âyetin sonundaki “süregelen bir büyüdür (sihrun müstemir)”
ifadesidir. Buna göre, “müstemir” kelimesine “sürekli” anlamı verilmiş ve
burada “sürekli sihir”den bahsedildiği; ayın yarılmasının ise, bir an için vukû
bulan geçici bir hâdise olduğu, şayet, sürekli olacak olsaydı bize kadar
gelmesi gerekeceği, halbuki, bu olayın bize kadar gelmediği söylenmiştir.[69]
Her ne kadar “müstemir” kelimesi “sürekli” anlamına gelse de, bu âyette
anlatılan, ayın yarılması mucizesinin sürekliliği değil, münkirlerin ne zaman
bir mucize görseler, bu dahi önceden peygamberlik iddia edenlerin gösterdikleri
cinsten, hep onların yaptıkları kabilden devam edegelen bir büyüdür,
anlamındaki “süreklilik”tir. Yani burada, önceki peygamberlerden beri devam
edegelen, peygamberin mucize göstermesi ve akabinde münkirlerin bunu
yalanlaması sürecindeki “süreklilik” anlatılmıştır. Nitekim âyetin Arapça
grameri açısından “şart ve cezâ/cevap” tarzında gelmesi de bu manayı
desteklemektedir.
Öte
yandan, Kamer suresinin tamamı bütüncül bir bakışla okunduğunda, ilk üç âyette
anlatılan hususun Hz. Peygamber’in ayın yarılması mucizesine delâlet ettiği
daha bir kuvvet kazanır. Çünkü, surenin devamında Nûh, Âd, Semûd, Lût ve
Firavun kavmine, kendi peygamberlerinin gösterdikleri mucizeler ve her bir
kavmin onları yalanlaması anlatılmaktadır. Verilen bu misâllerden sonra,
inanmayan Mekkelilerle onlar arasında bir mukayese yapılmakta ve şöyle
denilmektedir: “(Ey Mekke putperestleri!)
Sizin inkârcılarınız bunlardan daha mı üstündür? Yoksa Kitaplarda size bir
kurtuluş belgesi mi var?”[70]
Yapılan bu mukayeseden, Mekke müşriklerinin yalanladıkları şeyin, önceki
ümmetlerin yalanladıkları cinsten olağanüstü bir mucize, yani ayın yarılması
mucizesi olduğu anlaşılmaktadır. Görüldüğü gibi bu anlayış, hem ilk üç âyetin
kendi içerisindeki anlam bütünlüğüne hem de surenin tamamında anlatılan
konuların bütünlüğüne daha uygundur.
Rivâyetlerde
geçen Hz. Peygamber’in hissî mucizeleri tarandığında, onun Mekke döneminde
gösterdiği nâdir sayıdaki mucizelerden birisi olan ayın yarılması olayının, bu
konunun başlarında temas edildiği gibi, Mekke döneminde inen mucize taleplerini
reddeden âyetlerle bir çelişki arz ettiği düşünülebilir. Aslında problem, ayın
yarılmasına dair zikredilen hadislerin bazı rivâyetlerinde, bu hâdisenin
inanmayan Mekke halkının isteği üzerine gerçekleştiğinin bildirilmesiyle ortaya
çıkmaktadır. Şâyet, sened açısından güvenilir olanlar içinde sadece Enes b.
Mâlik’in rivâyetlerinde bu olayın talep üzerine meydana geldiği hususu[71]
geçmeseydi, ayın yarılması hâdisesinin söz konusu âyetlerle bir çelişki arz
etmediği de söylenebilirdi. Zira, Hz. Peygamber’in bu hadiseyi kendiliğinden
bazı müşriklere göstermiş olması ihtimal dahilindedir. Fakat, âyetlerin iniş
zamanı göz önünde bulundurulduğunda bu olayın müşriklerin isteği üzerine
gerçekleşmesi de ihtimal dışında değildir. Şöyle ki: Ayın yarılması olayının
hicretten beş yıl önce meydana geldiği ve dolayısıyla Kamer suresinin de bu
zamanda nâzil olduğu bildirilmektedir.[72]
Münkirlerin mucize taleplerini anlatan âyetlerin tamamı da Mekke’de inmiştir ve
bu âyetlerin çoğunun Kamer suresinden sonra inmiş olması mümkündür.
Binâenaleyh, ayın yarılması hâdisesi müşriklerin isteğiyle önceden
gerçekleşmiş; mucize isteklerini geri çeviren âyetler ise sonradan nâzil
olmuşsa aralarında bir çelişki yoktur. Zira, bu durumda ayın yarılması olayı,
söz konusu âyetlerin medlûlüne dâhil olmamaktadır. Tabi bu ihtimalin geçerlilik
kazanması, âyetlerin iniş zamanının tam bir tespitini yapmakla mümkündür.
Gerçekten de bu konuya temas edenlerin verdiği bilgiler, mucize isteklerini
anlatan âyetlerin kronolojik olarak ayın yarılması olayından sonra nâzil
olduğunu ifade etmektedir.[73]
Bu durumda ortada bir tenâkuz bulunmadığı rahatlıkla söylenebilir.
Öyle
görünüyor ki, Allah Teâlâ, ilâhî âdete büsbütün ters mucize istekleriyle
kesinlikle iman etmeyeceklerini belli eden müşriklerin, bu kararlarını Hz.
Peygamber ve inananlara bir örnekle göstermek için, mucize taleplerinin yeni
başladığı zamanlarda ayın yarılması hâdisesini meydana getirmiştir. Sonraları,
mucize taleplerinin boyutları çığırından çıkıp münkirler tarafından bir oyun,
eğlence ve istihzâya dönüşünce, artık bu isteklere itibar edilmemiştir.[74]
Yine, bu olayın gece meydana gelmesi ve herkesin orada bulunmaması nedeniyle
münkirlerin hepsi görmediğinden, onlar için toplu helâke maruz bırakılmak
gerçekleşmemiştir.[75]
Her ne kadar münkirler toplu helâkten kurtulsalar da, bazı rivâyetlerde onların
bir kısmının Bedir savaşında bu azaptan paylarını aldıkları zikredilmektedir.
Nitekim, “Mutlaka onlara, en büyük
azaptan önce yakın (dünya) azaptan tattıracağız”[76]
âyetindeki “yakın azaptan” maksadın, müşriklerin Bedir’de karşılaştıkları
hezimet olduğu yorumu yapılmıştır.[77]
Ayın
yarılması mucizesini sahâbeden Abdullah b. Mes‘ûd, Enes b. Mâlik, Abdullah b.
Ömer, Abdullah b. Abbâs, Cübeyr b. Mut‘ım, Ali b. Ebû Tâlib ve Huzeyfe b.
el-Yemân rivâyet etmişlerdir. Bunlardan İbn Mes‘ûd, İbn Abbâs ve Enes b.
Mâlik’in rivâyetleri hem Buhârî hem de Müslim de yer almakla müttefekun aleyh hadislerdir. İbn
Ömer’in rivâyetinde ise, Müslim yalnız kalmıştır. Ayrıca bu rivâyetlerden
bazıları Tirmizî’nin Sahîh’i [Sünen’i]
ve Ahmed b. Hanbel’in Müsned’inde de
yer almıştır. Diğer sahâbîlerin rivâyetleri ise Buhârî ve Müslim dışındaki
hadis kitaplarında bulunmaktadır.[78]
Burada,
Kamer suresindeki ilk üç âyetin, ayın yarılması olayına delâletiyle ilgili
tartışmalar ve bu konudaki itirazlar değerlendirilmeye çalışılmıştır. Hadislere
yöneltilen tenkitler ise, ele alınmamıştır. Konuyla ilgili çeşitli
araştırmalarda,[79]
bu hadislere yöneltilen tenkitler yeterince cevaplandırılmıştır.
[80]
bc) Bedir
Savaşında Düşmana Atılan Bir Avuç Çakıl Taşı
Hz.
Peygamber’in hissî mucizeler gösterdiğinin Kur’ân’dan bir başka delili Enfâl
suresinin on yedinci âyetindeki şu ifadelerdir: “Onları siz öldürmediniz, fakat Allah öldürdü. Attığın zaman sen atmadın
fakat Allah attı”. Burada Bedir savaşında müslümanların kazandığı zaferde,
Allah’ın izniyle olan Hz. Peygamber’in rolüne işaret edilmektedir. Âyette Rasûlullah
(s.a.)’in “atması”ndan bahsedilmesi, bunun alelâde bir olay olmadığını
göstermektedir. Çünkü, burada sözü edilen “atma”nın, âyetin genelinden
anlaşıldığı kadarıyla müşriklerin yenilmesinde önemli bir fonksiyonu vardır.
İşte bu atmanın ayrıntıları ilgili rivâyetlerde şöyle açıklanmıştır: Bedir günü
iki ordu karşı karşıya gelip savaş düzeni alınca, Allah Rasûlü (s.a.) eline bir
avuç çakıl taşı alıp müşriklerin üzerine doğru atarak “Kara olsun yüzleri”
şeklinde beddua etmiştir. Bunlar düşmanların gözlerine isabet etmiş ve savaşta
büyük bir hezimete uğramışlardır.[81]
Uzaktan atılan bir avuç taşın, bin kişilik bir düşman ordusu üzerinde bu kadar
etki meydana getirmesi, ancak bir mucizeyle izah edilebilir.[82]
Söz konusu âyette bu hususa açık denilebilecek bir şekilde işaret edilmiştir.[83]
Verilen
bu iki örneğin dışında, Rasûlullah (s.a.)’in Kur’ân’da işaret edilen daha pek
çok âyet ve delilleri vardır. Tabi bunların bir kısmı teknik anlamıyla mucize
tarifinin içine girmediğinden bunun yerine âyet ve delil tabirlerini kullanmak
daha doğru bir yaklaşımdır. Bu âyet ve delillerden bir bölümü de, Hz.
Peygamber’in Kur’ân’da bahsedilen gaybî haberlerinden oluşmaktadır. İsrâ olayı,
Kureyş’in uğradığı kıtlık, hicret esnasındaki bazı mucizeler, savaşlardaki
ilâhî yardımlar, Mekke’nin fethedileceği müjdesi, yahûdîlerin âkıbetine dair
haberler gibi, çeşitli konuları içeren Hz. Peygamber’in Kur’ân’daki
delillerini, Şiblî yirmi üç madde halinde ele alarak ayrı ayrı anlatmıştır.[84]
Öte
yandan, ayın yarılması olayının baş tarafında değinildiği gibi, önceki
ümmetlerin kendi peygamberlerinin gösterdikleri olağanüstü hadiseleri büyü
diyerek kabul etmedikleri; aynı şekilde Mekke müşriklerinin de Hz. Peygamber’e
benzer ithamlarda bulundukları söylenmişti. İnanmayanlar Allah Rasûlü’ne
“kâhin” ve “sihirbaz” yakıştırmalarında bulunmuşlardır.[85]
Ayrıca münkirler, Kur’ân için de “büyü” karalamasını yapmışlardır. Araplar
arasında “kâhin”, gaybten haber veren kimseye denir. Sihirbaz ise, tuhaf ve
acâyip şeyler yapan insan için kullanılır. Şâyet Hz. Peygamber gaybten haber
vermemiş ve olağanüstü şeyler göstermemiş olsaydı, inanmayanların ona sihirbaz
ve kâhin demelerinin anlamı kalmazdı.[86]
Nitekim hissî mucizeleri anlatan rivâyetlerde, bu olayları gören henüz
inanmamış bazı kimselerin Hz. Peygamber için, büyü yapan bir sihirbaz
nitelemesinde bulunmaları[87]
bu âyetlerin delâlet ettiği manayı açıklayan ve destekleyen ifadelerdir.
Görüldüğü
üzere Kur’ân, doğrudan veya dolaylı olarak Hz. Peygamber’in mucizelerine temas
etmiştir. Ancak, Kur’ân’da Rasûlullah (s.a.)’in mucizelerinin neden önceki
peygamberlerin mucizeleri gibi, daha geniş ve açık anlatılmadığı sorusu akla
gelebilir. Bu soruyu bir kaç şekilde cevaplamak mümkündür. Aslında bu
cevapların tümü, Kur’ân’ın nev-i şahsına münhasır yegâne kitap olmasıyla bir
şekilde ilintilidir. Her şeyden önce, ilâhî irâde böyle tecellî etmiştir,
denilebilir. Zira, Kur’ân’da namaz gibi çok önemli bir ibadet bile tafsilâtıyla
anlatılmayıp, bunun kılınış şekli ve şartları hakkındaki geniş açıklamalar
sünnete bırakılmıştır.[88]
Diğer
taraftan, son peygamber Hz. Muhammed’le birlikte insanlık yeni bir döneme
girmiştir. Artık ondan sonra başka bir peygamber gönderilmeyeceğinden, Allah Rasûlü’nün
öğretisi kıyamete kadar gelecek bütün insanlığı kuşatıcı olmalıydı. Eğer, Rasûlullah
(s.a.)’in Allah’ın gerçek peygamberi olduğu, onun zamanındaki insanlara
gösterdiği bazı hissî mucizelere bağlansaydı, bu, sonradan gelenler için sadece
bir haber niteliği taşıdığından pek bir mana ifade etmezdi. Bu yüzden Kur’ân-ı
Kerîm, Hz. Peygamber’in gösterdiği hissî/maddî mucizeleri özellikle ön plana
çıkarmaz, aksine dinin asıl nüvesini oluşturan mânevî mucizelere vurgu yapar.
Yine Kur’ân, kafaları ikna etmek için mucizeden çok akla hitap eder. Zaaf ve
korku yoluyla inandırma yerine, düşünce ve ikna yoluyla kabulü tercih eder.[89]
Gerçekten de aydın ve mütefekkir insanlar için, mânevî mucizeler maddi
mucizelerden çok daha önemlidir. Nitekim, başta hanımı Hz. Hatîce ve hicret
arkadaşı Hz. Ebû Bekr olmak üzere Allah Rasûlü’ne ilk iman edenler, hiç bir
zaman ondan maddî mucize talep etmemişlerdir. İslâm dini için büyük
fedâkarlıklara katlanan ve insanüstü gayretler gösteren sahâbenin ileri
gelenlerinin, müslüman olmalarına sebep olan etkenlere bakıldığında, ya
Kur’ân’nın cezbedici tesiri ya da Allah Rasûlü’nün itimat telkin eden şahsiyeti
görülür. Bu kimseler için, onun peygamber olduğunun gerçek delili, Hz.
Peygamber’in hayatı boyunca bir sapma göstermeyen ahlâkı ve dosdoğru
karakteriydi. Onlara göre, Rasûlullah (s.a.)’in akrabasını gözetmesi, fakirlere
ve kendi işini göremeyecek derecedeki düşkünlere yardım etmesi, misâfirleri
ağırlaması vb. insanlık umdelerine sahip bulunması,[90]
onun gerçek bir peygamber olduğunun en önemli ispatıydı.[91]
Hz.
Peygamber’in mucizelerinin Kur’ân’da çok tafsilatlı anlatılmamasının bir başka
sebebi, bizzat Kur’ân’ın kendine özgü mucizevî bir kitap oluşudur. Zira,
muhteva yönüyle Kur’ân önceki mukaddes kitaplara nispetle büyük farklılıklar
taşır.[92]
Meselâ Eski ve Yeni Ahid incelendiğinde bu kitapların ana temalarının
peygamberlerin hayat hikayeleri üzerine kurulu olduğu görülmektedir. Özellikle
Yeni Ahid’i oluşturan dört İncil, baştan sona Hz. Îsâ’nın hayatını
anlatmaktadır denilse, mübalağa olmaz. Eski Ahid’de dini kurallara ilişkin
açıklamalar daha fazla olsa da, bunlar da yine, peygamberlerin hayatlarıyla
bağlantılı olarak verilmiştir. Oysa, Kur’ân tetkik edildiğinde, Hz.
Peygamber’in hayatının Eski ve Yeni Ahid’deki gibi kronolojik bir sıra takip
edilerek verilmediği ve fakat amaçlanan mesajla bağlantılı olarak kısa bazı
kesitlerle yetinildiği görülmektedir. Eğer, Kur’ân önceki mukaddes kitapların
muhteva ve üslûbuna sahip olsaydı, onun daimi mucizeliğinden söz edilemezdi.
Halbuki o, evrensel bir kitap olmalıydı ve yatay ve dikey boyutta bütün
insanlığın problemlerine çözüm getirmeliydi. Çünkü ondan sonra başka bir kitap
gelmeyecekti. Şayet, Kur’ân uzun uzun Hz. Peygamber’in hayatından ve onun
mucizelerinden bahsetseydi, belki şimdiki halinin en az üç dört misli bir
hacimde olacaktı. Bu ise onun öz ve özet (mûcez) bir kitap olmaması demektir.
Bir başka ifadeyle bu, Kur’ân’ın lafız ve mana yönüyle mucizeliğinin ortadan kalkmasıdır.
Tüm bu
gerekçelerden dolayı, Kur’ân’da sadece Hz. Peygamber’in mucizeleri değil, çoğu
konu kısa ve özet bir şekilde verilmiş, geniş açıklamalar sünnete, yani Rasûlullah
(s.a.)’in hadislerine bırakılmıştır. Diğer taraftan, Kur’ân’ın önceki peygamberlerin
mucizelerine yer yer temas etmesi, onları bize bir anı olarak anlatmak
maksadıyla değildir. Bu hadiselerin hikaye edildiği her yerde önemli tespitler
yapılmış ve hayâtî mesajlar verilmiştir. Aynı zamanda bu mucizelerden
bahsetmekle Kur’ân, bir anlamda onların doğruluğunu tescil etmiştir. Kim bilir,
Kur’ân’da önceki peygamberlerin mucizelerinin zikri geçmeseydi, belki de
Kur’ân’da yok iddiasıyla Rasûlullah (s.a.)’in mucizelerinin kabul edilmek
istenmemesi gibi, bu peygamberlerin mucizeleri de reddedilecekti. Nitekim bu
peygamberlerle alâkalı, gerçekten objektif davranıldığında, oldukça güvenilir
tespit edilen Hz. Peygamber’in sîreti ve sünnetine ilişkin eserler gibi,
kitaplar da yoktur. Hatta denilebilir ki, muhteva yönüyle Kitâb-ı mukaddes’in
tekâbül ettiği kitap Kur’ân değil, Hz. Peygamber’in hayatına ve hadislerine
ilişkin telif edilen sîret ve hadis eserleridir.
bd) Hissî
Mucizelerin Âhâd Rivâyetler (Haber-i vâhid) Olması
Hissî
mucizeleri kabul etmeyenlerin ileri sürdükleri ikinci temel gerekçe, bu
hadislerin mütevâtir değil, âhâd yolla rivâyet edilmiş olmasıdır. Onlara göre,
meselâ suyun çoğalması veya yemeğin bereketlenmesi ile ilgili bir olayı
yüzlerce sahâbî görmüşse neden bunlar beş on sahâbî tarafından rivâyet
edilmiştir?
Öncelikle
şunu tespit etmek gerekir ki, böyle bir soru hadislerin tedvin ve tasnif
sürecine aykırıdır ve bir anlamda muhatabı yoktur. Zira, hadis tarihine ilişkin
herhangi bir eser okuyan herkes, hadislerin toplanması ve konularına göre
tasnif edilerek kitap haline getirilmesinin tabiî bir süreç şeklinde cereyan
ettiğini bilir. Hadis tedvin faaliyetinde görev alan kişiler, doğal olarak
görüştükleri sahâbîlerin kendilerine verdikleri bilgileri/haberleri kayda
geçirmişlerdir. Tabiatıyla bu durum rivâyetlerdeki sayının azalmasına sebep
olmuştur. Çünkü ne sahâbenin tamamı ne de ondan sonraki tâbiîn neslinin tümü,
hadis tedvin işinde görev almıştır. Genellikle bu işi, belli bazı şahıslar
üstlenmiş ve yürütmüşlerdir. Şâyet onlar, yıllar sonra ortaya yukarıdaki gibi
bir soru atılacağını bilselerdi mutlaka daha farklı hareket ederlerdi.
Sözgelimi, sahâbeden birisine hadis almaya gelen bir tâbiîye, sahâbî şöyle
derdi: “Haydi sen şimdi git, bulabildiğin bütün arkadaşlarını topla, ben de
arkadaşlarımı toplayayım ve peygamberin hadisini size gurup halinde rivâyet
edelim. Bu da kayda mütevâtir olarak geçsin. Zira yıllar sonra gelecek bazı
kimseler, pek çok kişinin şâhid olduğu olayları bir kaç kişi rivâyet ederse,
mütevâtir değil gerekçesiyle reddedecekler”. Ancak neticeden hareketle ortaya
atılan ve vâkıâya mutâbık olmayan böyle bir soruyla kimse karşılacağını
bilmediği için, tasvir edilen diyalogdaki gibi davranmamışlardır.
Öte
yandan, haber-i vâhid kavramını yanlış algılamamak gerekmektedir. Hadis
ıstılahında haber-i vâhid, mütevâtir derecesine ulaşmayan her bir haber için
kullanılır. Yoksa seneddeki râvîleri her nesilde birer kişi olan rivâyet,
haber-i vâhidin sadece bir türüdür. Konuya bu açıdan bakıldığında, mucizelerle
ilgili rivâyetler, genellikle sened itibariyle en fazla sahâbî râvî ihtiva eden
rivâyetlerdir. Nitekim haber-i vâhidin sınıflandırılması konusundaki
bilgilerde, mucizelere dair rivâyetler, senedinde en çok râvîye sahip olması
nedeniyle, daima tasnifin başında yer almıştır.[93]
Dolayısıyla bu tür rivâyetler, hadis tekniği açısından en güvenilir olanlar
arasındadırlar.
Bu
nedenle Hz. Peygamber’in mucizelerine ilişkin rivâyetler, her ne kadar tek tek
ele alındığında âhâd haberlerden teşekkül etse de, toplamı itibariyle bir
gerçekliği anlatır. Zira, âhâd yolla rivâyet edilen aynı veya farklı cinsten
hadisler bir araya getirilip bütünüyle değerlendirildiğinde, mutlak anlamda Hz.
Peygamber’in mucizelerinin meydana geldiğini göstermektedir. Yani, bu
haberlerin birleştiği müşterek nokta, Allah Rasûlü’nün bazı olağanüstü
hâdiselerinin bulunduğudur. Tıpkı, âhâd yolla rivâyet edilen Hâtem et-Tâî’nin
cömertliği ve keremi, Nûşirevân’nın adâleti, Hz. Ali’nin cesareti ve
kahramanlığı, Ebû Hanîfe’nin ilmi gibi. Anılan bu şahısların özellikleriyle
ilgili haberler âhâd yollarla gelmiştir, fakat bu haberlerin toplamı, mezkur
özelliklerin söz konusu kişilerde bulunduğunu anlatmaktadır.[94]
Hadis âlimleri bu nevi rivâyetleri ince iplikten bükülmüş kalın gemi
halatlarına benzetmişlerdir. Bu mürekkep teşbihte ince ipler zan ifade eden
haberlerdir. Kalın halat ise, bu haberlerin birleşerek tevâtür derecesinde
sağlamlık kazanmaları ve işitenlerin ilmî vicdanlarında kesin bilgi seviyesinde
etkili olmalarıdır.[95]
Bu nedenle bu tür rivâyetler mânen mütevâtir olarak nitelendirilmiştir.[96]
Hz.
Peygamber’in mucizeleriyle ilgili dikkat çekici bir husus, bu rivâyetlere dair
sahâbeden herhangi birisinin, ne karşı bir görüş ne de bir inkar da
bulunmamasıdır. Bu rivâyetlerin aksi istikamette sahâbeden bir görüş
gelmediğine ve bu tür rivâyetlerin anlatılmasına ses çıkarmadıklarına göre, Rasûlullah
(s.a.)’in mutlak anlamda hissî mucize gösterdiğine ilişkin hadisler güvenilir
rivâyetlerdir. Zira, sahâbîlerin asılsız bir olayın anlatımı karşısında
susmaları ve böylece yalana ortak olmaları düşünülemez. Nitekim, onlar
hoşlarına gitmeyen ve tasvip etmedikleri bir fiil veya sözle karşılaştıkları
zaman, tepkilerini hemen ortaya koyarlardı. Kur’ân kıraati, Hz. Peygamber’in
sîreti ve sünneti konusunda birbirlerini ikaz etmeleri ve hatalarını
düzeltmeleri bunun en bâriz ispatıdır.[97]
Eğer, gerçekten sahâbeden Allah Rasûlü’nün mucize göstermediği konusunda farklı
bir görüşte olan olsaydı bu, mutlaka kaynaklarda zikredilirdi. Böyle bir
bilginin bu güne kadar gelmemiş olması, sahâbe arasında hissî mucizeler
hakkında bir ihtilâfın bulunmadığını göstermektedir. Ayrıca bu tespitler
sahâbeden sonra gelen tâbiîn nesli için de aynen geçerlidir.
Aslında
problem, İslâm dini hakkındaki bilgilerin kaynağının kitap ve sünnet verileri
olarak kabul edilip edilmemesidir, denilebilir. Hemen tamamı âhâd tarîkle gelen
sünnetin, itikâdî konular dışında ilim ifade eden bir delil teşkil ettiği,
genel kabul görmüş bir anlayıştır. Hatta Ahmed b. Hanbel gibi bazı önemli
âlimler haber-i vâhidin kabûlünde itikâdî ve itikâdî olmayan ayırımı
yapılmasına da katılmamaktadırlar. İnsan hayatının gerçekleri göz önüne
alındığında âhâd haberlerin, eğer güvenilir kimselerden gelmişse, kabul
edilmesi bir bakıma zorunluluktur. Şayet böyle olmasaydı, hiç kimsenin kimseye
güvenmediği bir ortamda, bir arada yaşama olgusunun gerçekleşmesi mümkün
olmazdı.
Hz.
Peygamber’in hissî mucizeleriyle ilgili rivâyetleri âhâd haberler diyerek kabul
etmeyenlere, belki de en çarpıcı bir misâl olarak vedâ haccında Hz.
Peygamber’in îrâd ettiği “vedâ hutbesi” verilebilir. M. Hamîdullah’ın
hesaplamalarına göre bu hutbeyi yaklaşık yüz kırk bin insan dinlemiştir.[98]
Mucizelerle alakalı ileri sürülen gerekçeyi bu hutbeye uyguladığımızda, hiç
olmazsa yüz kişinin üzerinde dinleyiciden bu hutbenin rivâyet edilmesi
gerekirdi. Ne var ki, hutbenin tamamı da değil, en meşhur bazı cümlelerinin
bile bu sayıda kişi tarafından rivâyet edildiği görülmemektedir. Meselâ bu
hutbede Allah Rasûlü’nün “Burada bulunanlar bulunmayanlara (bu sözlerimi)
bildirsinler” buyruğu on küsur sahâbîden rivâyet edilmiştir. İbn Mende Mustahrec’inde bunu on sekiz sahâbîden
rivâyet etmiştir.[99]
Görüldüğü gibi, bu hutbenin sahâbî râvîleri yirmiyi bile bulmamaktadır. O
halde, aynı gerekçeyle Hz. Peygamber’in bu hutbesi de kabul edilmeyecek midir?
Bu soruya müspet cevap vermek mümkün değildir. Zira bu hutbenin rivâyet şekli
de tıpkı mucize rivâyetlerinde olduğu gibi, tasnif dönemindeki kaynaklara,
tabiî bir süreçle tespit edilerek geçmiştir. Dolayısıyla vedâ haccında, bu
hutbenin Rasûlullah (s.a.) tarafından îrâd edilmediğini savunmak ne derece
yersiz iddia ise, onun hiç hissî mucizesinin olmadığını savunmak da mesnetsiz
bir iddiadır.
be) Târihî
Süreçte Hissî Mucizeleri İnkâr Fikri
Hissî
mucizeleri inkar fikrinin târihî perspektifte izleri sürülürse mutezileye kadar
geri gidilebilir. Burada, İslâm dünyasında dehrî/materyalist düşüncenin
temsilcileri olarak kabul edilen İbnü’r-Râvendî ve Ebû Bekr Zekeriyâ er-Râzî
gibileri mucizeyi reddedenler kategorisine sokmak yersizdir. Çünkü bu tabiatçı
filozofların, zaten peygamberlik müessesesini kabul etmediklerine ve bu akımın
temsilcisi Berâhime’nin fikirlerini savunduklarına birinci bölümde temas
edilmişti.[100]
Mesele mutezile içinde ele alındığında hissî mucizelere karşı en açık tavır
koyan, belki de Nazzâm’dır. Onun fikirlerini, objektif yansıtmama ihtimaline
binâen, sünnî kaynakların tarafgir verebileceği düşünülse de, mutezilî
kaynakların da teyit ettiği şekilde Nazzâm’ın Hz. Peygamber’in hiç bir hissî
mucizesini kabul etmediği anlaşılmaktadır.[101]
Bağdâdî, Nazzâm’ın Hz. Peygamber’in mucizelerini reddetmesini, aslında onun
nübüvvetini kabul etmemeye bir vesile olsun diye yaptığını söyler. Yani gerçek
amacın, Allah Rasûlü’nün peygamberliğini benimsememek olduğunu söyler.[102]
Bu nedenle mutezile âlimlerinden Ebu’l-Huzeyl, Cübbâî, İskâfî, Esvârî, İbn
Hâbıt, Fadl el-Hadesî ve Câhız, Nazzâm’ı şiddetle eleştirmiş ve hatta bu
âlimlerden ilk üçü onu, bazı konulardaki fikirleri nedeniyle tekfîr etmiştir.[103]
Mutezilenin muahhar dönem temsilcilerinin en meşhuru Kâdî Abdülcebbâr da, hissî
mucizelere ilişkin fikirlerinde Nazzâm’ın yanlış (galat) yaptığını ifade eder.[104]
Diğer
bir mutezilî âlim Hişâm el-Fûtî’nin ise, hissî mucizeler konusunda daha farklı
bir yaklaşımının olduğu görülmektedir. O, Hz. Peygamber’in hissî mucizelerinin
mutlak olarak gerçekliğini değil, bunların nübüvvete delâletini kabul
etmemektedir. Dikkat edilirse bu, bizâtihî mucizenin varlığını inkar olmayıp,
onun peygamberliğin ispatı için bir kanıt teşkil etmeyeceği düşüncesidir. Hişâm
el-Fûtî, bu fikrini araz cevher tartışmalarına dayandırmakta ve arazlardan
herhangi bir şeyin Allah’ın varlığına delâlet etmeyeceği görüşünden hareketle
oluşturmaktadır.[105]
Muhtemelen ilk defa Hişâm’ın ortaya attığı, hissî mucizelerin nübüvvetin delili
olamayacağı fikri, sonraki asırlarda bazı muhataplar bulmuştur. Sözgelimi,
kelâmla felsefeyi mezc eden ekolün en önemli sîmâsı İbn Rüşd bunlardan
birisidir.[106]
Yakın dönemde Reşid Rızâ’nın da aynı fikri benimsediği müşâhede edilir.[107]
Açıktır ki, bu anlayış Hz. Peygamber’in hissî mucizelerinin varlığını değil,
bunların gerçek anlamda nübüvvetinin delili olmadığını savunmaktadır.
Dolayısıyla hissî mucizenin kendisini kabul etmemek başka, peygamberlikte ispat
olarak kullanılmaması başka şeydir. Bu nedenle son iki asıra gelinceye kadar,
İslâm dünyasında mutlak manada Rasûlullah (s.a.)’in hissî mucizelerini
reddedenlerin, belki bir iki istisna dışında, olmadığı söylenebilir. Konunun
başında kısmen temas edildiği gibi, hissî mucizeleri inkar edenlerin, özellikle
ikinci dünya savaşına kadar tüm dünyayı etkisi altına alan pozitivist akımdan
etkilendikleri görülmektedir. Her ne kadar, İslâm düşüncesi tarihinde bu fikir
çok az rağbet görse de, târihî köklerini Nazzâm’a dayandırmak mümkündür.
2. Hadislerde
Hissî Mucize Örnekleri
Hâlen
güncelliğini koruyan bir konu olması ve üzerinde ciddi anlamda derinlemesine değerlendirme
araştırması yapılmaması sebebiyle; aynı zamanda, Hz. Peygamber’in hissî/maddî
mucizeleriyle ilgili tartışmalara doyurucu olabileceği düşünülen bir katkı
sağlaması maksadıyla, bu mevzu hakkında detaylı bir şekilde bilgi verilmeye
gayret edilmiştir. Zira hissî mucize tartışmaları konusunda bir fikir
edinilmeden Rasûlullah (s.a.)’in hissî mucizelerinden örnekler vermek doğru bir
yaklaşım olmazdı. Şimdi Hz. Peygamber’in hissî mucizelerinden bazı misâller
vermeye geçebiliriz.
a) Hurma
Kütüğünün İnlemesi
Hurma
kütüğünün inlemesi olayı Rasûlullah (s.a.)’in en meşhur hissî mucizelerinden
birisidir. Konuyla ilgili Buhârî’nin tahrîc ettiği Câbir b. Abdullah rivâyeti
şöyledir: “Mescid-i nebevî’nin tavanı hurma ağaçlarının gövdeleri üzerine
kurulmuştu. Peygamber (s.a.) hutbe okuyacağı zaman o kütüklerden birisine
dayanırdı. Kendisine bir minber yapılınca hutbesini okumak için onun üzerine
çıktı. Tam bu sırada, önceden dayanarak hutbe okuduğu hurma kütüğünden gebe
devenin iniltisine benzer bir ses işittik. Bunun üzerine Nebî (s.a.) hurma
kütüğünün yanına gelip elini onun üstüne koyunca kütük sustu”.[108]
Yine aynı sahâbînin başka bir rivâyetinde, Ensâr’dan bir kadın yâhut adamın Hz.
Peygamber’e üzerinde hutbe okuması için minber yapma teklifinde bulunduğu, Rasûlullah
(s.a.)’in de “Siz bilirsiniz” buyurarak bu teklifi olumlu karşıladığı
bildirilmektedir. Minber yapıldıktan sonra bir Cuma günü Allah Rasûlü hutbe
okumak için onun üzerine çıkınca, hurma kütüğünden çocuğun ağlaması gibi bir
feryâd işitildi. Rasûlullah (s.a.) minberden indi ve kütüğü kucakladı. O sırada
kütük, sakinleştirilen çocuk gibi, duruncaya dek hafif hafif inledi. Hz.
Peygamber şöyle buyurdu: “O, yanında edildiğini işittiği Allah’ın zikrinden
dolayı ağladı”.[109]
İkinci
rivâyette Hz. Peygamber’e bu teklifi yapanın Ensâr’dan bir kadın veya adam
olduğu belirtilmiştir. İbn Ebû Şeybe ve Ahmed b. Hanbel’in rivâyetlerinden
anlaşıldığı kadarıyla bu teklifi bir kadın, marangoz kölesi adına yapmıştır.
Belki bu teklif yapılırken kadının kölesi de orada bulunuyor olabilir, fakat
Hz. Peygamber’le konuşanın kadının kendisi olduğu anlaşılmaktadır. Ancak Übey
b. Ka‘b’ın rivâyetinde teklifi yapanın adam (veya adamlar) olduğu
belirtilmiştir.[110]
Muhtemelen bu adam, söz konusu kadının kölesi olan adamdır ve aynı öneriyi tekrarlamıştır.
Bunun yanısıra, minberi yapan kimse olarak birden fazla şahsın ismi
verilmektedir. Rivâyetlerde ise, o dönemde Medîne’de sadece bir marangozun
bulunduğunu öğrenmekteyiz. Buna göre, minberi yapanlar olarak zikredilen sekiz
kadar şahıstan biri usta diğerleri onun yardımcısıydılar. Diğer taraftan en
makbûl rivâyete göre, bu usta Meymûn isimli bir sahâbiydi.[111]
Ayrıca ikinci rivâyetin sonundaki ifadelerden, hurma kütüğünün Hz. Peygamber’in
kendisine dayanarak hutbe okumayı bırakması sebebiyle ağladığı anlaşılmaktadır.
Zira, Allah Rasûlü hutbe esnasında insanlara konuşurken sık sık Allah’ı
anıyordu. Hurma kütüğü, kendisine dayanılarak yapılan Allah’ın zikrinden ve Hz.
Peygamber’den mahrum kaldığı için ağlamaya başlamıştır. Konuşan bir canlı gibi
tavır göstererek hurma kütüğünün ağlamaya başlaması ve orada bulunan herkesin
bunu kulaklarıyla işitmesi Rasûlullah (s.a.)’in açık mucizelerinden
sayılmıştır.[112]
Hurma
kütüğünün ağlarken nasıl bir ses çıkardığı çeşitli rivâyetlerde muhtelif
şekillerde anlatılmıştır. Herhangi bir benzetme yapılmaksızın sadece bir inilti
sesi çıkardığı,[113]
yukarıda verilen hadislerde görüldüğü şekilde çocuk ağlaması veya gebe devenin
iniltisi gibi inlediği,[114]
öküzün böğürmesi benzeri çatlayıp parçalanıncaya kadar böğürdüğü[115]
gibi ifadeler,[116]
kütüğün ağlarken çıkardığı seslerin, bunu işiten sahâbîler tarafından yapılan
benzetmeleridir.[117]
Çünkü, insanlar kendi gördüklerini görmeyenlere anlatırken, onu, zihinlerde
aynen canlandırıp tecessüm ettirebilmek için, bir takım benzetmelerle ifade
etmeye çalışırlar. Bu ise, başlı başına bir sanattır. Mamâfih, tasvir ve
benzetmelerdeki ifade farklılıkları, anlatanların ifade gücünden kaynaklandığı
kadar, dinleyenlerin kültür seviyesi, görgüsü ve yaşadığı çevrenin şartlarından
da kaynaklanmaktadır.[118]
Demek ki, her sahâbî duyduğunu kendi anladığı şekilde tasvir ederek ifade
etmiştir. Bütün bu rivâyetlerin birleştiği ortak husus, söz konusu kütükten,
Allah Rasûlü’nden ayrılmanın verdiği ızdırapla tekrar ona kavuşmayı isteyen,
arzu ve iştiyâk belirtisi alışılmadık bir sesin çıktığıdır. Bu ses kuru bir
kütüğün Hz. Peygamber’e olan iştiyâkının bir belirtisiydi ve orada bulunan
sahâbîler vücut kulaklarıyla onu işitmişlerdi.[119]
Tâbiîn neslinin büyük şahsiyeti Hasen el-Basrî bu hadisi rivâyet ederken ağlar
ve şöyle derdi: “Ey Allah’ın kulları! Bu kütük, Peygamber (s.a.)’in Allah’ın
nezdindeki şerefli mevkii nedeniyle, ona olan iştiyâkından dolayı inliyor. Oysa
sizler, Allah Rasûlü’yle buluşmayı arzulamaya daha lâyıksınız”.[120]
Bu
hadisin bazı rivâyetlerinde Rasûlullah (s.a.)’in, kütüğü kucakladıktan sonra
onun susması üzerine “Şâyet onu kucaklamamış olsaydım, kıyâmet gününe kadar
inleyecekti”[121]
buyurduğu geçmektedir. Bunların yanında sened açısından zayıf bir hadiste şöyle
bir ilave bulunmaktadır: Peygamber (s.a.) kütüğe şunları söyledi: “İstersen,
seni önceden bittiğin yere dikeyim de eski halini al! İstersen seni cennete
dikeyim de onun nehirlerinden ve pınarlarından iç! Bu sayede güzelce gelişerek
yetiş, meyve ver de oradaki Allah dostları meyvenden ve hurmandan yesinler”. Rasûlullah
(s.a.)’e kütüğün hangisini tercih ettiği sorulunca, “Onu cennete dikmemi seçti”
buyurdu.[122]
Hurma
kütüğünün inlemesine ilişkin hadisler sahâbeden Abdullah b. Ömer, Büreyde b.
Husayb, Câbir b. Abdullah, Übey b. Ka‘b, Ebû Sa‘îd el-Hudrî, Abdullah b. Abbâs,
Enes b. Mâlik, Sehl b. Sa‘d, Hz. Âişe, Hz. Ümmü Seleme ve el-Muttalib b.
Ebu’l-Vedâ‘a olmak üzere on bir kişiden rivâyet edilmiştir.[123]
Hâsılı senedindeki râvîlerin çokluğu nedeniyle bu hadis, kendisi hakkında görüş
beyan eden âlimler tarafından mânen mütevâtir veya kesin ilim ifade eden müstefîz
hadis derecesinde görülmüştür.[124]
Burada özetlenmeye çalışılan tüm bu rivâyetler söz konusu olayın bir hakikat
olduğunu göstermektedir.[125]
b) Suların
Çoğalması
Allah
Teâlâ’nın inananlara bir lütuf olarak peygamberi eliyle bahşettiği mucizelerden
birisi de az suyun çoğalmasıdır. Konuyla ilgili çeşitli rivâyetlerde
anlatıldığı şekliyle bu, öyle bir çoğalmadır ki, bazan bir avuç suyun mucize
eseri çoğalmasıyla bin beş yüz kişi ondan kana kana içmiş ve kırbalarını doldurmuşlardır.
Meselâ Hudeybiye günü gerçekleşen hâdise bunlardan birisidir. Burada
bulunanların sularının tükenmesi üzerine, Allah Rasûlü (s.a.) elini az bir
suyun bulunduğu kabın içine koymuş ve su parmaklarının arasından pınarlar gibi
kaynamaya başlamış. Herkes bu sudan kana kana içip abdestlerini almışlar. Bu
hadisi Câbir b. Abdullah’dan rivâyet eden Sâlim b. Ebu’l-Ca‘d, orada kaç
kişiydiniz, diye sorunca Câbir (r.a.) bin beş yüz kişi olduklarını söyleyip, bu
suyun ne derece fazla çoğaldığını anlatmak için şöyle demiştir: “Eğer biz, yüz
bin kişi olsaydık bu su yine yeterdi”.[126]
Arabistan
topraklarında en nâdir bulunan şey sudur. Hiç bir teknolojinin olmadığı o
dönemin şartları göz önünde bulundurulursa, bırakın binleri sayısı yüzlere
ulaşan toplulukların bile, günlerce süren ıssız çöllerde suya ne kadar ihtiyaç
hissedecekleri izâhtan vârestedir. Hatta bir çok orduyu, bu memleketi istilâdan
alıkoyan en mühim sebep, bölgedeki suyun kıtlığıdır. Bundan dolayı Yunanlılar,
Romalılar, İranlılar bu çöllerden müteşekkil memleketi fetih ve istilâ
edememişlerdi. Muhtemelen İslâm ordusu da bu tür ilâhî yardıma mazhar olmasa bu
bölgeyi fethedemezdi.[127]
Hz. Peygamber’in az suyu çoğaltmasına ilişkin mucizelerinin, genellikle çıkılan
toplu seferlerde karşılaşılan su sıkıntısının giderilmesi için meydana gelmesi
bu görüşü güçlendirmektedir. Sözgelimi bu seferlerin birisinde ashâb susuz
kalmış ve Hz. Peygamber İmrân b. Husayn’ı su aramak için göndermişti. İmrân
yolda, devesine iki büyük su kırbası yüklemiş bir kadına rastlayınca ona “Su
nerede” diye sordu. Kadın bu civarda suyun bulunmadığını; en yakın suyun bir
gün ve bir gece yürüme mesâfesinde olduğunu söyledi. Bunun üzerine İmrân ve
yanındakiler kadını alıp Rasûlullah (s.a.)’e getirmişler, o da, kadının
kırbalarını meshedip oradakilerden bu sudan içmelerini ve kaplarını
doldurmalarını istemişti. Kırk kişi kana kana içmesine ve su tulumlarını
doldurmasına rağmen bu sudan hiçbir şey eksilmemişti.[128]
Bu rivâyet, Hz. Peygamber’in suları çoğaltmasına ilişkin bir mucizesini
anlatması açısından önemli olduğu kadar, o bölgede suyun ne kadar az
bulunduğunu göstermesi açısından da çok önemlidir. Zira, kadının ifadelerinden
anlaşıldığı gibi, sahâbînin bulunduğu yere en yakın su, günümüz anlatımıyla
yirmi dört saatlik bir mesâfedeydi.
Hz. Peygamber’in
suyun çoğalmasıyla ilgili mucizesinin, sefer dışında da gerçekleştiği bazı
rivâyetlerde müşahede edilmektedir. Meselâ Enes b. Mâlik’in bir rivâyetinde, bu
mucizelerden birisi, Medîne’nin pazar yeri olan Zevrâ’da[129]
meydana gelmiştir. Getirilen bir kap suya Hz. Peygamber elini sokunca hemen
parmakları arasından su kaynamaya başlamıştır. Orada bulunan yaklaşık üç yüz
kişi bu suyla abdest alıp ihtiyaçlarını gidermişlerdir.[130]
Rasûlullah
(s.a.)’in bu nevi mucizelerinde, olayın, mutlaka var olan azıcık su üzerinde
gerçekleşmesi dikkat çekicidir. Rivâyetlerde ortada hiç su yok iken, böyle bir
mucizenin gerçekleştiği tespit edilememiştir. Nitekim İbn Hacer de bu hususa
dikkat çekerek şöyle der: “Allah Rasûlü’nün bu gibi yerlerde artık su
istemesinin hikmeti, suyu yaratanın kendisi olduğu zannedilmemesi içindir”.[131]
Yukarıda hissi mucize tartışmalarını değerlendirirken vurgulandığı gibi, Hz.
Peygamber bu tür mucizelerini gösterirken, kendisine bir ilâh payesi
verilmemesi ve tevhîd inancının sarsılmaması için, devamlı surette gerçek
yaratıcının Allah olduğunu hatırlatan söz ve fiillerde bulunmuştur. Rasûlullah
(s.a.) bunu, çoğu kere söz konusu mucizelerin öncesinde Allah Teâlâ’ya dua
ederek gösterirdi. Öte yandan İbn Hacer suların çoğalması hâdisesinin
mucizeliğini şu şekilde açıklar: “Allah bu dünyada ekseriya birbirinden üreme
(tevâlüd) âdetini koymuştur. Bazı maddelerde birbirinden üreme meydana gelir,
bazılarında gelmez. Bazı sıvıların mayalanarak bir süre öylece
bırakıldıklarında, onların kabarıp taşmasını gözlemlememiz, bu üreme türüne bir
örnektir. Fakat mahzâ suda bu durum hiç görülmemiştir. Bu nedenle Hz.
Peygamber’in parmakları arasında görülen suyun kaynaması mucizesi gerçekten çok
belirgin olmuştur”.[132]
Allah Rasûlü’nün,
parmaklarından kaynaması şeklinde meydana gelen suyun çoğalması mucizesinin
yanısıra, bazan da kurumaya yüz tutmuş kuyuların suyunun yeniden çoğalması
mucizesi gerçekleşmiştir. Meselâ bu rivâyetlerin birisi, suyu çekilmiş
Hudeybiye kuyusuyla alâkalıdır. Hz. Peygamber aldığı bir yudum suyu ağzında
çalkalayarak kuyuya püskürtmüş, kısa bir müddet sonra kuyu tamamen suyla
dolmuştur.[133]
Ayrıca ince bir şerit gibi azıcık akan Tebûk pınarının suyu da, Hz.
Peygamber’in mucizesiyle şarıl şarıl akmaya başlamıştır.[134]
Medîne pazarında, Hudeybiye’de, Tebûk seferinde ve Buvât gazvesinde meydana
gelen bu mucizeler Hz. Peygamber’in Allah’ın izniyle azıcık suları nasıl
çoğalttığını göstermektedir.[135]
Kaynaklarda bazısı aynı olayı anlatan farklı senedlerle gelmiş, bazısı da
değişik hâdiseleri anlatan pek çok hadis vardır.[136]
c) Yemeğin
Bereketlenmesi
Yemeğin
bereketlenmesi mucizesi de suların çoğalması gibi, müslümanların gerçekten
büyük sıkıntı çektikleri darlık zamanlarında meydana gelen Allah’ın
lütuflarındandır. Hendek savaşı esnasında meydana gelen bir olay, bu konunun en
açık örneklerinden birisidir. Bu savaş esnasında müslümanlar, müşriklerin
Medîne’yi kuşatması ve hendek kazarak uzun süre direnmek zorunda kalmaları
nedeniyle ciddi yiyecek sıkıntısı çekmişlerdir. Aynı zamanda bu yılın, kıtlık
senesi olduğu kaynaklarda geçmektedir.[137]
Herkes gibi açlıktan bîtap düşmüş olan Hz. Peygamber’in bu haline dayanamayan
Câbir b. Abdullah, evinde son olarak kalan biraz arpa unu ve bir oğlağı
pişirerek, ona ve daha bir kaç kişiye yemek vermek istemişti. Yemeğin az
olmasından ötürü, diğer sahâbîlerin duymaması için sessizce Allah Rasûlü’nü
davet etti. Hz. Peygamber yemeğin miktarını öğrendikten sonra bütün Hendek
ehline daveti duyurdu ve Câbir’e şunu tembihledi: “Ben gelinceye dek, çömleği
ateşten indirmeyin ve ekmeği fırından çıkarmayın”. Rasûlullah (s.a.) eve
gelince arpa hamuruna ve çömlekteki ete bereket duası yaptı. Câbir’in hanımına
da, ekmeği beraber pişirmeleri için yanına bir kadın çağırmasını ve yemek
servisini çömleği ateşten indirmeden yapmalarını söyledi. Tam bin kişi[138]
münâvebeli olarak bu yemekten yemelerine karşın, ne ekmekten, ne de çömlekteki
yemekten hiç bir şey eksilmemişti.[139]
Gerçekten
de bu savaşta müslümanlar çok büyük yokluk ve sıkıntı çekmişler, bölgedeki
bütün müşriklerin aleyhlerine birleşmeleri sonucu ciddi bir tehlike ile karşı
karşıya kalmışlardı. Kur’ân-ı Kerîm’de bu sıkıntı ve dehşet anları şöyle
anlatılır: “O vakit onlar size
yukarınızdan ve aşağınızdan gelmişlerdi. Gözler yılmış, yürekler ağızlara
gelmişti ve siz Allah’a karşı türlü türlü zanlarda bulunuyordunuz. İşte orada,
inananlar denenmiş ve çok şiddetli sarsıntıya uğratılmışlardı.”[140]
Bu âyetin de işâret ettiği söz konusu dehşetli sıkıntı anında Rasûlullah
(s.a.)’in müslümanlara gösterdiği bu mucize, şüphesiz onlar için büyük bir
moral kaynağı olmuştu. Sadece moral vermekle kalmayıp, aynı zamanda onların
karınları doymakla maddî bakımdan da bir rahatlama sağlamıştı. Bir anlamda bu
bereket, sadâkat ve metânet sınavını başarıyla vermekte olan müminlere bir
mükâfat olmalıdır.
Yukarıdaki
hadisenin bir benzeri de Ebû Talhâ’nın Rasûlullah (s.a.)’i yemeğe davet etmesi
üzerine gerçekleşmiştir. Hz. Peygamber yine, ancak bir kaç kişiye yetebilecek
bir miktar arpa ekmeğini doğratıp, Ebû Talhâ’nın hanımı Ümmü Süleym’e üzerine
katık olarak yağ dökmesini söyledi. Sonra bu yemeğe bereket duası yaptı ve
sahâbîlerin onar kişilik guruplar halinde sofraya gelerek yemelerini buyurdu.
Yetmiş veya seksen kişilik bir cemaat bu yemekten yiyerek doydular.[141]
Bu olay da Hendek muhârebesi esnasında meydana gelmiştir.[142]
Öte yandan Tebûk gazvesi sırasında gerçekleşen bir mucize de kısaca şöyledir:
Bu gazvede sahâbîlerin yiyecekleri tükenmiş ve açlıktan dayanamayacak vaziyete
gelince, develerini kesip yemek için Hz. Peygamber’den izin istemişlerdi. Hz.
Ömer binilecek hayvan kalmayacağı gerekçesiyle buna itiraz etti ve Rasûlullah
(s.a.)’den kalan yiyeceklere bereket duası yapmasını istirhâm etti. Hz.
Peygamber de bu öneriyi daha makul buldu ve ashâba yanlarında yiyecek cinsinden
ne kaldıysa getirmelerini söyledi. Yere bir yaygı serildi ve sahâbîler
ellerinde çok az kalan son yiyeceklerden birer avuç; mısır, hurma, buğday ne
varsa getirip üzerine döktüler. Hz. Peygamber’in yaptığı bereket duasından
sonra herkes kaplarını yaygıdan aldıkları yiyeceklerle doldurdular. Geriye bir
miktar daha yiyecek kalmıştı.[143]
Hz.
Peygamber, kalabalık gurupların ihtiyaçlarını gideren böyle yemeğin
bereketlenmesi türden mucizeler gösterdiği gibi, bazan da fert bazında
sahâbîlerinin sorunlarına çözümler getirmiştir. Sözgelimi, Uhud savaşında şehid
düşen Câbir b. Abdullah’ın babası Abdullah b. ‘Amr b. Harâm, arkasında yüklü
miktarda hurma borcu bırakmıştı. Alacaklılar Câbir’i sıkıştırınca, o da Rasûlullah
(s.a.)’den yardım istedi. Allah Rasûlü alacaklılardan borçların biraz tehirini
istedi, ancak bunların arasında olan bir yahûdî kabul etmedi. Bunun üzerine Hz.
Peygamber Câbir’e, gerçek olarak tartıldığında çok az ve belki de bir
alacaklının bile alacağını karşılamayacak olan hurmalardan tartarak borçlarını
ödemesini söyledi. Câbir (r.a.) bu acve cinsi hurmadan tartıp tartıp
borçlarının tamamını ödediği gibi, geriye bir hayli de hurma kalmıştı.[144]
Bu
konuyla ilgili olarak Hz. Peygamber’in, Mescid-i nebevî’nin misafirleri sayılan
fakir ve âilesiz Suffe ehlini bazan biraz arpa ekmeği bazan da bir bardak sütle
doyurduğuna ilişkin başka rivâyetler de vardır.[145]
Yemeğin bereketlenmesine dair rivâyetlerde de genel olarak bazı hususlar
dikkati çekmektedir. Bunda da suyun çoğalmasında olduğu gibi, mutlaka, birazcık
da olsa, mevcut yiyecekler üzerine dua edilmektedir. Allah’a mahsus olan yoktan
var etme çağrışımı yapmaması için, benzer rivâyetler hep bu şekildedir. Diğer
taraftan, bereket duası yapılan yiyeceğin tamamen bitirilmemesi ve ne kadar
kaldığına dair ölçümler yapılmaması mucizenin devamını sağlamakta, aksi
takdirde bereket sona ermektedir. Yani mucizenin devam edebilmesi için tükenme
endişesi taşımamak veya acaba ne kadar kaldı gibi merak içerisinde olmadan tam
bir teslimiyet göstermek gerekmektedir. Böyle davranılmadığı veya maddî
ölçülerle düşünüldüğünde, ifade yerindeyse, tılsım bozulmakta ve bereket
mucizesi sona ermektedir.[146]
[1] Bk. el-Bakara (2), 60, 87,
253; el-Hadîd (57), 25.
[2] Msl. bk. el-Bakara (2),
118; Âl-i İmrân (3), 49-50; Tâhâ (20), 22; en-Nâzi‘ât (79), 20-21.
[3] Msl. bk. el-Bakara (2),
92, 213, 253; el-İsrâ (17), 101; Fâtır (35), 25; el-Mü’min (40), 34.
[4] el-Kasas (28), 32
[5] Tafsilât için bk.
Sinanoğlu, Kitâb-ı Mukaddes ve Kur’ân-ı
Kerîm’de Nübüvvet, s. 362-364.
[6] Bk. Buhârî, Fedâilü’l-Kur’ân 1; İ‘tisâm 1; Menakıb 27; Menâkıbü’l-ensâr 36; Tefsîr 54/1; Müslim, Îmân 239; Münâfıkîn 46; İbn Mâce, Fiten
23; Ahmed b. Hanbel, II, 341, 451; III, 113, 165; Dârimî, Mukaddime 4; İbn Ebû Şeybe, el-Musannef,
VII, 430; Beyhakî, Delâil, II, 154.
[7] Sâbûnî, el-Bidâye, s. 46.
[8] Aydınlı, Sünen-i Dârimî, I, 98-99.
[9] Karadeniz, Mu‘cize Problemi, s. 28.
[10] Kuşeyrî, Kuşeyrî Risâlesi, s. 531-532 (nâşirin
dipnotu).
[11] Hamîdullah, “Mucize,
Kerâmet ve İstidrâc”, s. 12. M. Hamîdullah bu bilgiyi kendisine, o an
(konferans verirken) ismini hatırlayamadığı Pakistanlı bir âlimin, İstanbul
Edebiyat Fakültesi İslâm Araştırmaları Enstitüsü kütüphanesinde bulunan bir
kelâm eserinden naklettiğini ifade eder.
[12] Bk. Abduh, Risâletü’t-tevhîd, s. 70; Şiblî, Asr-ı Saadet, II, 194vd.; Karadeniz, Mu‘cize Problemi, s. 55-84.
[13] Miras, Tecrîd Tercemesi, IX, 289.
[14] Râzî, en-Nübüvvât, s. 11-16 (nâşirin mukaddimesi); Derveze, Hz. Muhammed’in Hayatı, II, 258 vd.
Hanefî, İslâmî İlimlere Giriş, s. 86;
Akbulut, Nübüvvet Meselesi, s. 28,
31.
[15] el-En‘âm (6), 35.
[16] el-En‘âm (6), 37; krş.
Yûnus (10), 20; er-Ra‘d (13), 7, 27; el-Ankebût (29), 50.
[17] el-Enbiyâ (21), 5-6.
[18] eş-Şuarâ (26), 2-3.
[19] el-Kasas (28), 48-49.
[20] el-İsrâ (17), 59
[21] el-Ankebût (29), 48, 50-51.
[22] el-İsrâ (17), 90-93
[23] el-En‘âm (6), 109.
[24] Heykel, Hz. Muhammed, s. 58.
[25] Hanefî, İslâmî İlimlere Giriş, s. 87
[26] Meselâ müsteşriklerden
Dozy, Devenport ve Guillaume’ın benzer görüşleri için bk. Karadeniz, Mu‘cize Problemi, s. 162; Parlakışık, Oryantalizmin Soruları, s. 15.
[27] İslâm dünyasında başlayan
değişim ve Batılılaşmanın ilme yansımaları için bk. Özervarlı, Kelâmda Yenilik Arayışları, s. 27-43.
[28] Reşid Rıza, el-Vahyü’l-Muhammedî, s. 72.
[29] Bk. İbn Kammûna, Examination of The Inquiries In To The Three
Faiths, s. 88, 91-94 (İbn Kammûna eserine bir isim vermediği için, burada
editörün neşre verdiği İngilizce başlık alınmıştır).
[30] Bk. el-Hicr (15), 14-15;
el-En‘âm (6), 7.
[31] Bk. el-İsrâ (17), 90-93.
[32] Bu mucizelerden çok az bir
kısmını bazan müslümanlarla birlikte müşriklerin de gördüğü olmuştur. Fakat bu
yerlerde, müşriklerin Hz. Peygamberden mucize talebi söz konusu değildir.
Sözgelimi bir seferde susuz kalan ashâbın, yoldan geçen bir kadının devesinin
su dolu kırbalarına el koyması ve bu suyu Hz. Peygamber’in mucize olarak
çoğaltmasını kadının görmesi buna bir örnektir. Hz. Peygamber kadının suyunu
hiç eksiltmeden, ashâbtan topladığı hediye yiyeceklerle birlikte kendisine geri
vermiştir (bk. Buhârî, Menâkıb 25
(IV, 168-169); Beyhakî, Delâil, VI,
130-131.
[33] Bu konuda bir fikir
edinebilmek için Buhârî, Menâkıb
25’deki hadislerin taranması bile yeterlidir. Burada zikredilen yemeğin
bereketlenmesi ve suyun çoğalmasına dair rivâyetlerin tamamı Medîne
dönemindedir.
[34] Derveze, Hz. Muhammed’in Hayatı, II, 260
[35] Buhârî, Menâkıb 27; Menâkıbü’l-ensâr 36; Tefsîr
54/1; Müslim, Münâfıkîn 46; Tirmizî, Tefsîr 54/2; Ahmed b. Hanbel, III, 165.
[36] Bk. Tâhâ (20), 60-71; krş. Eski Ahid, Çıkış 4-11. bâblar. Mucize
taleplerini reddeden âyetlerin arkasından genellikle önceki ümmetlerden
misâller verilmiştir.
[37] Meselâ Hz. Îsâ’nın
Ferisîlerin mucize isteklerini kabul etmeyişi; buna karşın şakirtlerine talep
olmaksızın mucize göstermesi hakkında bk. Matta 16/1-5; 15/32-39.
[38] Bk. Matta 12/38-39; Markos
8/11-12; Luka 11/16-17.
[39] Luka 11/29.
[40] Bk. el-Mâide (5), 112-115;
krş. Mevdûdî, Tefhîm, I, 524.
[41] Buhârî, Menâkıb 25 (IV, 171); Tirmizî Menâkıb 6 (“Bereket semâdandır”
lafzıyla); Nesâî, Tahâret 61; Ahmed
b. Hanbel, I, 460; İbn Ebû Şeybe, el-Musannef,
VII, 428; Firyâbî, Delâil, s. 68; İbn
Belbân, el-İhsân, XIV, 478; Ebû
Nuaym, Delâil, II, 521; Beyhakî, Delâil, IV, 129.
[42] İbn Hacer, Fethu’l-bârî, VI, 592.
[43] İbn Ebû Şeybe, el-Musannef, VII, 437; Ebû Nuaym, Delâil, II, 717; Heysemî, Mecma‘u’z-zevâid, VIII, 309; Suyûtî, el-Hasâis, II, 247.
[44] Sırasıyla bk. İbn Ebû
Şeybe, el-Musannef, VII, 435, 436.
[45] Tirmizî Menâkıb 5; Dârimî, Mukaddime 9; İbn Ebû Şeybe, el-Musannef,
VII, 424; Ahmed b. Hanbel, V, 12, 18; Firyâbî, Delâil, s. 46; Hâkim, el-Müstedrek,
II, 618; Ebû Nuaym, Delâil, II, 551;
Beyhakî, Delâil, VI, 93.
[46] Msl. bk. el-Muvatta’, Sıfatü’n-nebî 19.
[47] Bk. el-İsrâ (17), 59.
[48] Buhârî, Menâkıb 25 (IV, 171); Tirmizî, Menâkıb 6 (“Sizler mucizeleri azab
sayıyorsunuz” ifadesiyle); Ahmed b. Hanbel, I, 460; Dârimî, Mukaddime 5.
[49] Krş. İbn Hacer, Fethu’l-bârî, VI, 591
[50] el-İsrâ (17), 59.
[51] Ahmed b. Hanbel, I, 258; Beyhakî,
Delâil, II, 271-272.
[52] Ahmed b. Hanbel, I, 242,
345; Hâkim, el-Müstedrek, I, 53-54;
Beyhakî, Delâil, II, 272-273.
[53] Beyhakî, Delâil, II, 273.
[54] Ahmed b. Hanbel, III, 396;
İbn Belbân, el-İhsân, XIV, 77; Hâkim,
el-Müstedrek, II, 340-341.
[55] Bk. Müslim, Îmân 44, 45. Bu iki hadise Dârekutnî’nin
yönelttiği tenkit ve buna verilen cevaplar için bk. Davudoğlu, Müslim Şerhi, I, 211-213.
[56] Bk. el-Enbiyâ (21), 107.
[57] Buhârî, Fedâilü’l-Kur’ân 1; İ‘tisâm 1; Müslim, Îmân
239; Ahmed b. Hanbel, II, 341, 451.
[58] Bk. Bu tezin “Kur’ân
Mucizesi” bölümü.
[59] el-En‘âm (6), 7.
[60] Bk. el-En‘âm (6), 8.
[61] Bk. İbn Hişâm, es-Sîra, I, 236.
[62] Ertuğrul, Hakikat Nurları, s. 448, 450.
[63] el-Kamer (54), 1-3.
[64] Bk. el-Mâide (5), 110;
el-En‘âm (6), 7; Tâhâ (20), 71; en-Neml (27), 13.
[65] Bk. Yûnus (10), 2; Sâd
(38), 4; ez-Zâriyât (51), 52.
[66] Aydınlı, Sünen-i Dârimî, I, 99.
[67] Bk. en-Nahl (16), 1;
el-Enbiyâ (21), 1.
[68] Şiblî, Asr-ı Saadet, III, 38; Mevdûdî, Tefhîm,
VI, 46.
[69] Ateş, Çağdaş Tefsir, IX, 153-154.
[70] el-Kamer (54), 43.
[71] Bk. Buhârî, Menâkıb 27; Menâkıbü’l-ensâr 36; Tefsîr
54/1; Müslim, Münâfıkîn 46; Tirmizî, Tefsîr 54/2; Ahmed b. Hanbel, III, 165.
İmâm Müslim, ayın yarılaması ile ilgili verdiği hadislerde, müşriklerin mucize
taleplerinden söz etmeyen İbn Mes‘ûd rivâyetlerini Enes b. Mâlik
rivâyetlerinden önce zikretmekle sanki, İbn Mes‘ûd rivâyetlerini diğerine
oranla daha sahîh gördüğünü ihsas etmektedir (bk. Müslim, Münâfıkîn 43-48).
[72] İbn Hacer, Fethu’l-bârî, VI, 632; Mevdûdî, Tefhîm, VI, 43.
[73] Bk. Ömerî, es-Sîra, I, 161; Derveze, Hz. Muhammed’in Hayatı, II, 271-272.
[74] Krş. Hamîdullah, İslâm Peygamberi, I, 103.
[75] İbn Hacer, Fethu’l-bârî, VII, 185.
[76] es-Secde (32), 21.
[77] Bk. Beyhakî, Delâil, II, 328.
[78] Kastalânî, el-Mevâhib, II, 523; Kettânî, Nazmü’l-mütenâsir, s. 223; Çelebi, Uzak ve Yakın Gelecekle İlgili Haberler,
s. 161. İ. Çelebi, ayın yarılmasına dair hadis kaynaklarında geçen bu
sahâbîlere ait rivâyetleri çalışmasında tek tek zikretmiştir (bk. a.g.e., s. 161-170).
[79] Bk. İbn Hacer, Fethu’l-bârî, VII, 185-186; Kastalânî, el-Mevâhib, II, 525-527; Cisrî, Risâle-i Hamîdiyye, s. 45-48; Şiblî, Asr-ı Saadet, III, 38-41; Hamîdullah, Rasûlullah Muhammed, s. 177; a. mlf., İslâm Peygamberi, I, 120, 650; Miras, Tecrîd Tercemesi, IX, 319-323; Mevdûdî, Tefhîm, VI, 46-48; a. mlf., Hz. Peygamber’in Hayatı, I, 346-347.
[80] Ancak yeri gelmişken,
insanoğlunun aya gönderdiği uzay mekiklerinin ay yüzeyinde çektikleri
resimlerde karşılaşılan bazı bulgulara temas etmek, “şakku’l-kamer: ayın
yarılması” hadisesini anlamak açısından faydalı olacaktır. Gerek 1968’de
Apollo-11’in gerekse daha sonra Apollo-15’in ay yüzeyinde çektiği fotoğraflarda
ayın etrafını çevreleyen derin ve geniş bir kanalın bulunduğu, sanki ortadan
ikiye ayrılmış gibi bir ışık kanalının olduğu tespit edilmiştir. Bu konunun
gerçek mâhiyetinin açığa çıkarılması, belki hâlâ ayda araştırma yapabilecek
müslüman astronotları beklemektedir. Bk. Hamîdullah, İslâm Peygamberi,
I, 127.
[81] İbn Hişâm, es-Sîra, II, 203; Heysemî, Mecma‘u’z-zevâid, VI, 84.
[82] Kastalânî, el-Mevâhib, I, 364-365; Ertuğrul, Hakikat Nurları, s. 426.
[83] Diğer bazı rivâyetlerde, bu
âyetle irtibat kurmaksızın Bedr’in dışındaki savaşlarda da Hz. Peygamber’in
düşmanın üzerine “Kara olsun yüzleri” lânetini söyleyerek bir avuç toprak
attığı ve savaşın Allah Rasûlü’nün anılan eyleminden sonra kazanıldığı
geçmektedir (Meselâ, Huneyn savaşındaki benzer olay için bk. Müslim, Cihâd 76, 81). Söz konusu âyette mutlak
bir ifade kullanıldığından, belki de bu âyet, tüm bu atmalara işaret
etmektedir.
[84] Bk. Şiblî, Asr-ı Saadet, III, 46-61; ayrıca bk.
Akgül, Kur’ân-ı Kerîm’de Hz. Peygamber,
s. 121-134.
[85] Bk. et-Tûr (52), 29;
el-Hâkka (69), 42; es-Sâffât (37), 15; ez-Zuhruf (43), 30; el-Ahkâf (46), 7;
el-Enbiyâ (21), 3; Yûnus (10), 2; es-Saf (61), 6.
[86] Şiblî, Asr-ı Saadet, III, 8; krş. Kazancı, Çeşitli Yönleriyle Nübüvvet Kavramı, s. 76.
[87] Bk. Buhârî, Menâkıb 25 (IV, 169); Ahmed b. Hanbel,
I, 223; Dârimî, Mukaddime 4; Beyhakî,
Delâil, II, 266, 313
[88] Aydınlı, Sünen-i Dârimî, I, 100.
[89] Fendî, Allah ve Kâinat, s. 40.
[90] Bk. Buhârî, Bed’ü’l-vahy 3; Tefsîr 96/1; Menâkıbü’l-ensâr
45; Müslim, Îmân 252.
[91] Bk. Aydınlı, Sünen-i Dârimî, I, 100.
[92] Krş. Şiblî, Asr-ı Saadet, III, 8
[93] Bk. Beyhakî, Delâil, I, 32.
[94] Beyhakî, Delâil, I, 33; Nesefî, Tebsıratü’l-edille, I, 491-492; İbn Hacer,
Fethu’l-bârî, VI, 582; Kettânî, Nazmü’l-mütenâsir, s. 214.
[95] Miras, Tecrîd Tercemesi, IX, 292-293.
[96] Bağdâdî, el-Fark, s. 196.
[97] Bâkıllânî, Temhîd, s. 160-161; Kâdî ‘Iyâd, eş-Şifâ, I, 256; İbn Hacer, Fethu’l-bârî, VI, 582.
[98] Hamîdullah, İslâm Peygamberi, I, 273.
[99] Kettânî, Nazmü’l-mütenâsir, s. 43.
[100] Bk. Bu tezin “Nübüvveti İspat
Tartışmalarının Târihî Seyri” kısmı.
[101] Bağdâdî, el-Fark, s. 79; Şehristânî, el-Milel
ve’n-nihal, I, 58; İsferâyînî, et-Tebsîr
fi’d-dîn, s. 72.
[102] Bağdâdî, el-Fark, s. 79.
[103] Bağdâdî, el-Fark, s. 80; krş. İsferâyînî, et-Tebsîr fi’d-dîn, s. 73.
[104] Kâdî Abdülcebbâr, Tesbîtü delâili’n-nübüvve, I, 56.
[105] Bağdâdî, el-Fark, s. 98.
[106] Bk. İbn Rüşd, el-Keşf, s. 309-311. Buna karşın Fârâbî,
mucizelerin nübüvvetin ispat aracı olduğunu kabul eder (bk. İbrâhim Medkur,
“Fârâbî”, II, 83).
[107] Reşid Rıza, el-Vahyü’l-Muhammedî, s. 80-81.
[108] Buhârî, Menâkıb 25 (IV, 173-174).
[109] Buhârî, Salât 64 (muhtasaran) Buyû‘
32; Menâkıb 25 (IV, 173); Ahmed b.
Hanbel, III, 300; İbn Ebû Şeybe, el-Musannef,
VII, 433; Ebû Nuaym, Delâil, II,
513-514; Beyhakî, Delâil, II, 60;
Ebu’l-Kâsım, Delâil, I, 394.
[110] İbn Mâce, İkâmetû’s-salât 199; Ahmed b. Hanbel, V,
137-139; Dârimî, Mukadime 6.
[111] Aydınlı, Sünen-i Dârimî, I, 130.
[112] Miras, Tecrîd Tercemesi, III, 76.
[113] Buhârî, Menâkıb 25 (IV, 173); İbn Mâce, İkâmetû’s-salât
199; Ahmed b. Hanbel, I, 249, 267, 363; III, 306; Dârimî, Mukadime 6; İbn Ebû Şeybe, el-Musannef,
VII, 433; İbn Belbân, el-İhsân, XIV,
436, 438.
[114] Bazı rivâyetinde gebe olmayan
normal deve (nâka) iniltisi şeklindedir (bk. Tirmizî, Menâkıb 6; Nesâî, Cum‘a
17; Ahmed b. Hanbel, III, 295); Yukarıdaki kaynaklara ek olarak ayrıca bk.
Buhârî, Cum‘a 26.
[115] Bk. İbn Mâce, İkâmetû’s-salât 199; Ahmed b. Hanbel, V,
137-138; Dârimî, Mukadime 6.
[116] Miras, Tecrîd Tercemesi, III, 78.
[117] Krş. İbn Hacer, Fethu’l-bârî, VI, 602-603.
[118] Yardım, Peygamberimizin Şemâili, s. 74.
[119] Şiblî, Asr-ı Saadet, III, 71; Aydınlı, Sünen-i
Dârimî, I, 130.
[120] İbn Belbân, el-İhsân, XIV, 437; Beyhakî, Delâil, II, 559; Kâdî ‘Iyâd, eş-Şifâ, I, 305.
[121] İbn Mâce, İkâmetû’s-salât 199; Ahmed b. Hanbel, I,
249, 267, 363; Dârimî, Mukadime 6.
[122] Dârimî, Mukadime 6; Ebû Nuaym, Delâil,
II, 519; Heysemî, Mecma‘u’z-zevâid,
II, 82; Suyûtî, el-Hasâis, II,
306-307. Bu hadisin senedindeki Sâlih b. Hayyân zayıf bir râvîdir (bk. Zehebî, el-Mîzân, II, 292-293)..
[123] Bk. Kâdî ‘Iyâd, eş-Şifâ, I, 303; Kastalânî, el-Mevâhib, II, 544; Kettânî, Nazmü’l-mütenâsir, s. 222; Miras, Tecrîd Tercemesi, III, 76; Şiblî, Asr-ı Saadet, III, 72 (dipnot); Aydınlı,
Sünen-i Dârimî, I, 129-130
[124] Bk. Kettânî, Nazmü’l-mütenâsir, s. 222.
[125] Bu hadisin değişik
rivâyetlerini bir arada görmek için bk. Dârimî, Mukadime 6 (I, 15-19); Ebû Nuaym, Delâil, II, 513-519; Beyhakî, Delâil,
II, 554-563, VI, 66-68; İbn Kesîr, el-Bidâye,
VI, 125-131; a.mlf., Şemâilü’r-Rasûl,
s. 239-251.
[126] Buhârî, Menâkıb 25 (IV, 170); Meğâzî
35 (V, 63); Ahmed b. Hanbel, III, 329, 365; Dârimî, Mukaddime 5; Tayâlisî, Müsned,
s. 239 ; Firyâbî, Delâil, s. 71;
Nuaym, Delâil, II, 522; Beyhakî, Delâil, IV, 115; Ebu’l-Kâsım, Delâil, II, 415-416; krş. Buhârî, Eşribe 31
[127] Şiblî, Asr-ı Saadet, III, 101.
[128] Buhârî, Menâkıb 25 (IV, 169); Müslim, Mesâcid
312; krş. Buhârî, Teyemmüm 6.
[129] İbn Hacer, Fethu’l-bârî, VI, 585.
[130] Buhârî, Menâkıb 25 (IV, 169).
[131] İbn Hacer, Fethu’l-bârî, VI, 592.
[132] İbn Hacer, Fethu’l-bârî, VI, 592.
[133] Buhârî, Menâkıb 25 (IV, 170).
[134] Bk. Müslim, Fedâil 10; el-Muvatta’, Kasru’s-salât 2.
[135] Bk. Kettânî, Nazmü’l-mütenâsir, s. 224.
[136] Bu hadisler için bk. Firyâbî,
Delâil, s. 55-88; Ebû Nuaym, Delâil, II, 520-531; Kâdî ‘Iyâd, eş-Şifâ, I, 285-291; İbn Kesîr, el-Bidâye, VI, 93-101; a.mlf., Şemâilü’r-Rasûl, s. 176-191; Heysemî, Mecma‘u’z-zevâid, VIII, 299-302;
Kastalânî, el-Mevâhib, II, 557-568;
Mukbil b. Hâdî, es-Sahîhu’l-müsned,
s. 113-132.
[137] Bk. Davudoğlu, Müslim Şerhi, IX, 352.
[138] Bu rakam Müslim rivâyetine
göredir. Dârimî ve İbn Ebû Şeybe’nin rivâyetinde üç yüz veya sekiz yüz rakamı
geçmektedir.
[139] Buhârî, Meğâzî 29; Cihâd 188
(muhtasaran); Müslim, Eşribe 141;
Ahmed b. Hanbel, III, 300 (muhtasaran), 377; Dârimî, Mukaddime 7; İbn Ebû Şeybe, el-Musannef,
VII, 425-426.
[140] el-Ahzâb (33), 10-11.
[141] Buhârî, Salât 43; Menâkıb 25 (IV,
170-171); Et‘ıme 6; Eymân 22; Müslim, Eşribe 142, 143; el-Muvatta’,
Sıfetü’n-nebî 19; Dârimî, Mukaddime
7.
[142] İbn Hacer, Fethu’l-bârî, VI, 588.
[143] Müslim, Îmân 44, 45; Ahmed b. Hanbel, III, 11; İbn Belbân, el-İhsân,
XIV, 464-465; Beyhakî, Delâil, V,
229-230.
[144] Buhârî, İstikrâz 9; Sulh 13; Buyû‘ 51; Nesâî, Vesâyâ 4; Ebû Dâvud, Vesâyâ
17 (muhtasaran); İbn Mâce, Sadakât
20; Dârimî, Mukaddime 7; Ahmed b.
Hanbel, III, 365, 391, 397-398, 399; İbn Ebû Şeybe, el-Musannef, VII, 426; Firyâbî, Delâil,
s. 82-84; İbn Belbân, el-İhsân, XIV,
472-473; Ebû Nuaym, Delâil, II,
560-561; Beyhakî, Delâil, VI,
149-150.
[145] Bk. Buhârî, İsti’zân
14; Rikâk 17; Tirmizî, Sıfetü’l-kıyâme 36; İbn Ebû Şeybe, el-Musannef, VII, 426.
[146] Yemeğin bereketlenmesine dair
hadisleri toplu olarak görmek için bk. Firyâbî, Delâil, s. 29-53; Ebû Nuaym, Delâil,
II, 532-554; Kâdî ‘Iyâd, eş-Şifâ, I,
291-303; İbn Kesîr, el-Bidâye, VI,
101-122; a.mlf., Şemâilü’r-Rasûl, s.
192-233; Mukbil b. Hâdî, es-Sahîhu’l-müsned,
s. 103-112.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder