Hissî Mucize

Mucize'nin varlığını inkar, "en kural dışı" veya "en bilim dışı" gibi görünen Vahy'in, bizzat kendisini inkâra zemin hazırlar. Bu yüzdendir ki Kelâm-ı İlâhî'ye de Mucizeye de "âyet" denmiştir. İkisi de inananla inanmayanı ayırdetmeye yarayan birer ölçüttür. Biri Kâinat'ta akılla kavranamayan bir alanın olduğunu; diğeri akılla kavranan bir alan olduğunu göstermek içindir. Hissî mucizenin varlığını inkâr ise, Hadis ve Sünnet’in sıhhatini inkâra zemin hazırlar.

Prof. Dr. Bekir Topaloğlu bey, fakültemizde 28 Mart 2012 Çarşamba günü vermiş olduğu "İslâm Düşüncesinin Gelişmesinde İmam Mâturîdî ve Mâturîdîliğin Yeri" adlı konferansın sonunda, "Hissî mucize ile ilgili hadislere Mâturîdî’nin bakışı nasıldır?" sorusuna şöyle cevap vermişti:

"Hissî mucizelerin hiçbiri tevâtüren sâbit değil arkadaşlar. Karadenizli’nin ifadesiyle; “Erkekseniz tevâtürle sâbit olduğunu ispat edin!”. Sâbit değildir. Söyleniyor. Kelâm kitaplarında vardır. Şunu şöyle yaptı, bunu böyle yaptı… Evet var. Ama bu âyet-i celîlere (Ankebût, 50; Yunus 20; Ra'd 27 vb.) bakacak olursanız; hissî mucize dönemi kapandı. Onun için “okuyun!” diyorum size ben. Okuduğunuz zaman bu âyetleri, göreceksiniz. Kapandı… Akla hitap ediyor Kur’ân-ı Kerîm. Mânevî mucizeye, en büyük mucizeye hitap ediyor. Neden? Eğer hissî mucize gösterilirse, insanlar buna da iman etmezse, bunun kanunu nedir? Helâk edilmesidir bunların. Halbuki son ümmet, Ümmet-i Muhammed helâk edilmez. Çünkü başka bir peygamber yok. Ondan dolayı hissî mucizelerin varlığı kesin değil. Tevâtür yoluyla gelmiş değildir. Ama hadisciler buna itiraz ediyorlar, bağırıyorlar, çağırıyorlar. Ne yapayım? Bu böyle...".

İmam Mâturîdî, Hissî Mucize'nin en uç noktası denebilecek "inşikâk-ı kamer"le ilgili olarak, Te'vîlâtü Ehli's-Sünne'de Kamer suresinin ilk ayetinin tefsirinde, Ebû Bekr el-Esamm'ın (ki Ebu'l-Hüzeyl el-Allâf'ın öğrencisidir ve birçok Mu'tezilî tarafından da tekfir edilmiştir) henüz ayın yarılmadığı ve bunun gelecekte Kıyâmet kopacağı sırada vukû bulacağı yönündeki görüşünü verdikten sonra şöyle der: "Ehl-i Te'vîl'in tamamı, Ay'ın yarıldığı ve bunun Hz. Peygamber (s.a.v.)'in mucizelerinden olduğu hususunda icmâ etmişlerdir".

وعامة أهل التأويل على أن القمر قد انشق ، فكان من معجزاته صلى الله عليه وسلم

Ardından İbn Mes'ûd rivayetini örnek olarak zikreden Mâturîdî, Ebu Bekr el-Esamm'ın görüşünü tenkit ettikten sonra şöyle der: "Hadis hem hâs'tan (ulemâ cihetinden) hem de âmm'dan (halk nezdinde) mütevâtirdir".

وتواتر الحديث عن الخاص والعام

Bir sonraki âyette geçen "ve in yerav âyeten yu’ridû ve yekûlû sihrun müstemirr" deki "âyeten" kelimesinin yanına da "hissiyyeten" tefsirini koyarak görüşünü açıkça belirtmiştir.

İsrâ suresinin ilk âyetlerine bakıldığında, orada İmam'ın "Hissî mucizeler, şüpheler ve vesveseleri defetmek bakımından aklî mucizelerden büyüktür" dediği görülecektir.


Ebû Mansûr el-Mâturîdî
Te’vîlâtü Ehli’s-Sünne
Tahkik: Dr. Mecdî Bâsellûm 
Dâru'l-Kütübi'l-İlmiyye
Beyrut 2005
IX, 441-442



 VII/4

(Aklî mucizelere "sihir" diyenler, İsrâ'dan dönen Hz. Peygamber'in yolda bizzat gözüyle gördüklerini anlatması üzerine iknâ oldular)

  
Te'vîlât'ın 10 ciltlik tahkikli neşrini indirmek için aşağıdaki resme tıklayınız



İnşikâk-ı kamer'i reddeden Nazzâm'ı hatâ etmekle suçlayan Kadı Abdülcebbâr, "Tesbîtü Delâili’n-Nübüvve" adlı iki ciltlik eserinde konuyla ilgili olarak öne sürülen aklî delillere uzun uzadıya cevap vermiş, muârızların şüphelerini çürütmüştür (I/55-59). Kısaca şöyle demiştir: "Ay'ın yarılması, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in sıdkını ve nübüvvetini tasdik eden yüce mucizelerden ve şerefli burhanlardan biridir... O konuda şüphe eden kimsenin hiçbir özrü yoktur!".

وهذا من الآيات العظام والبراهين الكرام على صدقه ونبوته صلى الله عليه وسلم ...... فلا عذر لمن شك فيه



Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Hadis Anabilim Dalı öğretim üyesi Doç. Dr. Erdinç Ahatlı’nın, Dokuz Eylül Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Üsve-i Hasene İlim ve İrfan Topluluğunun daveti üzerine, 20 Mayıs 2014 Salı günü fakültemizde verdiği En Büyük Mucize Kur'an” adlı (hissî mucizelerin ele alındığı) konferansın videosu:


Aşağıdaki yazı, Erdinç Ahatlı hocanın “Peygamberlik ve Hz. Muhammed’in Peygamberliği” adlı kitabından müstakil bir bölüm halinde yapılmış alıntıdır.


(DİB yay., Ankara 2011, ss. 204-252)

 

HİSSÎ MUCİZELER

Allah Rasûlü’nün gösterdiği hissî/maddî mucizeler onun peygamberliğinin önemli kanıtları arasında sayılmış ve hemen her sîret eserinde temas edilen bir konu olmasının yanında, mevzuyla ilgili pek çok müstakil kitap da telif edilmiştir. Kur’ân-ı Kerîm Allah tarafından peygamberlikle görevlendirilen kimselerin, doğruluklarını ispat etmek maksadıyla tabiat kanunlarını aşan bazı olaylarla desteklendiğini bildirir.[1] Kur’ân Allah’ın peygamberlerine bahşettiği “tabiat kanunlarını aşan olaylardan” bahsederken sonraları yaygınlaşan ve genel kabul gören “mucize” kelimesini kullanmaz. Bunun yerine Kur’ân’da “âyet”,[2] “beyyine”[3] ve “burhân”[4] kelimeleri kullanılır.[5] Hadislerde de Kur’ân’ın bu kullanımına uygun olarak “âyet” kelimesi geçmektedir.[6]
Bu tezin kavramlar bölümünde hissî mucizenin en yaygın ve kabul gören tarifinin mâtürîdî kelâmcı Nûreddîn es-Sâbûnî (ö.580/1184) tarafından şu şekilde yapıldığı belirtilmişti: “İnkar edenlere meydan okuduğu bir sırada nübüvvet iddia eden kişinin elinde, tabiat kanunlarına aykırı olan bir hadisenin, benzerini getirmekten inkârcıları aciz bırakacak tarzda vuku‘ bulmasıdır”.[7]
Bu tariften de anlaşıldığı gibi mucize, Allah tarafından süregelen tabiî kanunların dışına çıkılarak meydana getirilmektedir. Belki bunların da, henüz anlayamadığımız gizli tabiî sebepleri vardır ve Allah onların vukûunu bu sebeplere bağlamıştır. Burada mühim olan onların, bir peygamberin isteğiyle, onun elinde meydana gelmesidir. Allah’ın mutlak kudretine inanan bir insan için, onun izniyle böylesi olağanüstü hallerin meydana geldiğini kabul etmek bir güçlük arz etmez. Kâinatı yaratan ve onda insanların asırlar boyu müşâhede edegeldikleri “Sünnetullâh” denilen tabiî kanunlar düzenini vazeden Allah, peygamberlik vazifesi yüklediği bir kulunu teyit için, belki yine kendi içinde bir sistemi olan “olağan dışı” durumlara imkân vermeye kâdir ve irâde sahibidir. Hz. Îsâ’nın doğumu ve Hz. İbrâhîm’i ateşin yakmaması gibi hakikatler bu nevidendir.[8]
Kâinatta meydana gelen hadiseler, tabiat kanunları dahilinde ve haricinde olmak üzere iki tarzda tezâhür eder. Birinci kısımdakiler, sebep-netice zincirini bozmayan ve tabiat kanunlarıyla izah edilebilen sünnetullâha uygun olarak meydana gelmektedir. İkinci kısımdakiler ise, aksine sebep-netice zincirini bozan, tabiat kanunlarıyla açıklanamayan ve sünnetullâha (sünnet-i âmme) aykırı olarak, yine Allah’ın diğer bir sünneti ile (sünnet-i hâssa) ortaya çıkar. Fakat ister olağan, isterse olağanüstü olsun, her şeyin Allah’ın irâde ve takdiriyle meydana geldiği şüphesizdir.[9] Bu yüzden evrende meydana gelen her şeyin determinizm anlayışı ile halledilmesi mümkün değildir. Nitekim, tabiat kanunlarının istisnaları ve bazı hallerde iş görmedikleri, tesirli olamadıkları psikoloji gibi bir takım alanlar mevcuttur. Bu istisnalar fizikten psikolojiye doğru gelindikçe artmaktadır. Maddî sahada çok ender olan istisnalar, rûhî olaylar alanında nadir hale gelebilmektedir. İşte bu nadir ve ender haller mucize denilen hadiselerin meydana gelmesine imkan vermektedir. Bu gün parapsikolojide ve metapsişik olaylar üzerinde yapılan araştırmalar, tabiat kanunlarıyla izâhı kabil olmayan bazı hadiselerin mevcudiyetini ve bir takım istisnâî hallerin var olduğunu göstermektedir.[10] Dolayısıyla insanın, kendisine verilen kısıtlı akıl sayesinde mucizeyi inkâra kalkışması, aslında metafizik âlemi algılaması için insan dışındaki diğer varlıklara verilmeyen en mükemmel aracı, yani aklını tam kullanamaması demektir.
Mucizeyi aklen anlamaya çalışma noktasında, eski çağlarda yaşayan insanların bu gün hayatımızın normal parçası haline gelen teknolojik gelişmeler karşısında nasıl tavır takınacaklarını düşünmek bir ip ucu verebilir. Her halde o insanlar, artık bilgisayar çağını aşmaya ramak kalan günümüz dünyasını görselerdi, pek çok şeye mucize derlerdi. Henüz üzerinden iki asır bile geçmeden, yazıldığı dönemde tam bir hayal olarak nitelenen Jülivern’in romanlarında anlattığı konuların, bu gün fersah fersah aşılması insanlığın ulaştığı bilimsel gelişmenin mühim bir göstergesidir. Acaba, bu yaşlı dünya, eğer Allah’ın kendisine biçtiği vade dolmaz ise, bir asır sonra üzerindekilere şimdi bizim hayal dediğimiz hangi olayları gösterecektir, bilinmez. Mucizenin gayesi nedir sorusuna, selef âlimlerinden birisinin “Bir peygamberden sadır olan herhangi bir mucizede gözetilen gaye, o peygamberin ümmetinin de aynı hadiseyi maddî imkanlarla gerçekleştirmesinin istenmesidir”[11] şeklinde cevaplandırması, üzerinde düşünmeye değerdir. Her ne kadar bu izaha göre, Hz. Peygamber’in semâya çıktığı mucizenin bir benzeri olarak, onun “kendisine tabi olan ümmeti” müslümanların aya çıkması gerekirken, bunu “davet ümmeti”nden olanlar başarmışsa da, inşaallâh ileride, Allah Rasûlü’nün bir başka mucizesinin benzerini de müslümanlar gerçekleştirirler.

1. Hissî Mucizeler Konusundaki Tartışmalar

Mucizenin aklen imkanı konusu ilgili eserlerde ve müstakil çalışmalarda[12] çeşitli yönleriyle ele alınmış olup, burada daha fazla ayrıntı verilmesi gerek görülmemiştir. Esasen mucizenin aklî imkanından bahsetmek ondaki “olağanüstü, hârika” olma kaydıyla bir ölçüde ters düştüğü için, belki doğru da değildir.[13] Öte yandan Kur’ân’daki açık ayetlere dayanarak, Allah Teâlâ’nın peygamberlerini muhtelif hissî mucizelerle desteklediği, müslüman âlimlerin fikir birliği ettiği bir husustur. Ancak bu peygamberlerden biri olan Hz. Muhammed’in hissî mucize gösterip göstermediği konusu, özellikle son iki asırda bazı müslüman yazarlar tarafından tartışmaya açılmış ve bu yazarlar, kendilerince ileri sürdükleri çeşitli deliller getirerek Allah Rasûlü’nün hiç bir hissî mucize göstermediğini savunmuşlardır. Konunun önemine binâen, burada Hz. Peygamber’in hissî mucize göstermediğini iddia edenlerin delillerinin zikredilmesi ve bu delillerin bir değerlendirilmesinin yapılması uygun olacaktır.
a) Hissî Mucizeleri İnkar Edenlerin Delilleri
Hz. Peygamber’in hissî mucizelerini inkâr edenlerin delilleri iki ana noktada toplanmaktadır. Bunlardan ilki, Kur’ân’ın pek çok âyetinde müşriklerin Rasûlullah (s.a.)’den mucize istemeleri karşısında, bunlara müspet cevap verilmeyip sürekli reddedilmeleridir. İkincisi ise, mucizelerle ilgili rivâyetlerin mütevâtir olmayıp âhâd yollarla nakledilmiş olmasıdır. Onlara göre, eğer bu rivâyetlerde anlatılan olayların çoğu söz konusu hadislerde belirtildiği gibi, yüzlerce sahâbenin gözleri önünde gerçekleşseydi bir kaç sahâbenin nakliyle değil, daha fazla sahâbenin rivâyetiyle gelirdi. Zira tabiat kanunlarını aşan böyle hadiselerin yüzlerce kişi tarafında görülüp de başkalarına anlatılmaması mümkün değildir. Eğer bu olaylar gerçekleşseydi, mutlaka çoğunluk tarafından anlatılarak şuyû bulacak ve mütevâtir hale gelecekti.[14]
Allah Rasûlü’nün hissî mucizelerini kabul etmeyenlerin delil olarak getirdikleri âyetlerin bazıları şunlardır: “Eğer onların yüz çevirmesi sana ağır geldi ise, yapabilirsen yerin içine inebileceğin bir tünel ya da göğe çıkabileceğin bir merdiven ara ki onlara bir mucize getiresin! Allah dileseydi elbette onları hidayet üzerinde toplayıp birleştirirdi, o halde sakın câhillerden olma.[15]Ona Rabbinden bir mucize indirilseydi ya! dediler. De ki: Şüphesiz Allah mucize indirmeye kâdirdir. Fakat onların çoğu bilmezler.[16]...Haydi, bize hemen öncekilere gönderilenin benzeri bir mucize getirsin, dediler. Onlardan önce helâk ettiğimiz hiçbir kasaba halkı iman etmemişti; şimdi bunlar mı iman edecekler.[17]Rasûlüm! İnanmıyorlar diye neredeyse kendini mahvedeceksin. Biz dilesek, onlara gökten bir mucize indiririz de ona boyun eğip kalırlar.[18]Ama onlara katımızdan gerçek gelince: “Mûsâ’ya verildiği gibi buna da mucize verilmesi gerekmez mi?” derler. Peki daha önce Mûsâ’ya verileni de inkâr etmemişler miydi? “Yardımlaşan iki sihirbaz” demişlerdi; “Hepsini inkâr edenleriz” demişlerdi. De ki: Eğer doğru sözlü iseniz, Allah katından bu ikisinden daha doğru bir kitap getirin de ona uyayım.[19]Bizi mucizeler göndermekten alıkoyan şey, ancak öncekilerin onları yalanlamış olmalarıdır.”[20]Rasûlüm! Sen daha önce bir kitaptan okumuş ve elinle de onu yazmış değildin. Öyle olsaydı bâtıl söze uyanlar şüpheye düşerlerdi”. “Ona Rabbinden mucizeler indirilmesi gerekmez miydi?” derler. De ki: Mucizeler ancak Allah’ın katındandır. Doğrusu ben, sadece apaçık bir uyarıcıyım.[21]Şöyle söylediler: “Bize, yerden kaynaklar fışkırtmadıkça sana inanmayacağız”. Veya hurmalıkların, bağların olup, aralarından ırmaklar akıtmalısın. Yâhut da iddia ettiğin gibi göğü tepemize parça parça düşürmeli, ya da Allah’ı ve melekleri karşımıza getirmelisin. Yâhut da altından bir evin olmalı ya da göğe çıkmalısın. Bununla beraber, bize gökten okuyacağımız bir kitap indirmedikçe oraya çıktığına da inanacak değiliz...[22]Kendilerine bir mucize gösterilirse, mutlaka ona inanacaklarına dair yeminlerin en kuvvetlisiyle Allah’a yemin ettiler. De ki: Mucizeler ancak Allah’ın katındandır. Onların mucize geldiği zaman da inanmayacaklarının farkında değil misin?”[23]
“Görülüyor ki, Allah’ın kitabında Hz. Peygamber’in Kur’ân’dan başka bir mucizesi bulunduğu söylenmiyor. Halbuki Kur’ân, Hz. Peygamber’den önceki peygamberlerin mucizelerinden söz etmiş, fakat Hz. Peygamber’in tabiat kanunlarına uymayan hiç bir hâl ve hareketinden bahsolunmamıştır. Allah’ın kitabı böyle buyurduğu ve Peygamberin hadisi de bunu gerektirdiği halde, acaba eski müslümanlardan bir kısmını Hz. Peygamber’in maddî bir takım hârikalar yapmış olduğunu söylemeye sevkeden sebep nedir? Anlaşılan bunlar Kur’ân’ın Hz. Peygamber’den önce gelen peygamberlere ait mucizelerden söz ettiğini görmüş, bu gibi harikaların peygamberlik gereklerinden olduğuna kanmış ve onun için bu yoldaki sözlere inanmış, mucizelerin sayısı ne kadar çoğalırsa, peygamberlik de o nispette kemâl bulacağına ve insanların peygamberliğe daha fazla inanacaklarına kanmışlardır. Halbuki Hz. Peygamber’i daha başka peygamberlere benzetmek, yanlış benzetmedir. Çünkü Hz. Muhammed’e verilen mucizenin, in, cin tarafından eşi yapılamayacak insânî ve aklî bir mucize olmasını istemiştir. Bu mucize de Kur’ân’dadır ve Cenâb-ı Hakkın belirmesini istediği en büyük mucize budur. (...) Cenâb-ı Hak Hz. Muhammed Mustafâ’yı maddî mucizelerle teyit etmek isteseydi onu da yaptırır ve kitabında da söz konusu ederdi...”[24]
“Ayın yarılması, taşların onun (Hz. Peygamber) huzurunda tesbih etmesi, parmaklarının arasından suyun kaynaması, hurma ağacının onun için ağlaması, devenin kendisine şikayette bulunması, zehirli keçi (etinin) şehâdeti gibi mütevâtir olmayan mucizelere gelince, bunların ortaya çıkışında halk muhayyilesinin büyük rol oynadığı gayet açıktır. Bunlar, sahîh fiil ve açık akılla çelişmektedirler.”[25]
Tabiatıyla burada, Hz. Peygamber’in hissî/maddî mucizelerinin olmadığını savunan müslüman fikir adamlarının görüşlerine yer verilmiştir. Yoksa, son iki asırda İslâm ve onun peygamberi üzerinde yoğun mesâi sarfeden müsteşriklerin, konuyla ilgili çalışmalarında ileri sürdükleri argümanlar da yukarıkilerden hiç farklı değildir.[26] Bu görüşlerin benzerliği hakkında kurulan paralellikle amaçlanan, müslüman fikir adamlarının müsteşriklerin dümen suyuna gittiklerini îmâ ederek, onları karalamak veya itham etmek asla değildir. Fakat münhasıran bu konuda değil, daha pek çok ilmî meselede, yakın zamana kadar İslâm coğrafyasının büyük bir bölümünün Batı’nın sömürgesi olarak kalmasının da etkisiyle, dönemin güçlü pozitivist akımından etkilenmediğini söylemek, gerçekçi bir bakış açısı olmasa gerektir.[27] Tabi bu arada maddeci zihniyetin hakim olduğu Batı insanına, İslâm’ın bazı konularının anlatılmasında karşılaşılan sıkıntılar da unutulmamalıdır. Nitekim Reşid Rıza (1865-1935), Hz. Muhammed’in mucize göstermediğini iddia eden hıristiyan kiliselerinin bu görüşlerinin, kendi yaşadığı dönemde Hz. Peygamber’in değil de kiliselerin aleyhine işlediğini; zira aklı ve ilmi ölçüt kabul eden Avrupalıların maddî mucizeleri kabul etmediklerinden bahisle “Eğer Kur’ân’da Mûsâ ve Îsâ peygamberlerin mucizelerini destekleyen anlatımlar bulunmasaydı, özgür düşünceli Avrupalıların müslümanlığı seçerek hidayete ermeleri daha çok ve hızlı olurdu. Çünkü, Kur’ân akıl, ilim ve beşer fıtratına uygundur”[28] derken, muhtemelen bütün samimiyetiyle İslâm’ı tebliğ ızdırabını yaşamaktaydı. Ancak, bu ifadelerin iman mantığına ne kadar uyduğu doğrusu tartışma götürse gerektir. Bu sözleriyle Reşid Rıza’nın, şuur altında da olsa, ister istemez Batıdaki pozitivist fikir akımından etkilendiği söylenebilir.
İşaret edildiği gibi, rivâyetlerde geçen Hz. Peygamber’in hissî mucizelerini inkâr konusunda, müslüman müelliflerin fikirlerine yer verilmiş olup, son iki asırda müsteşriklerin mevzuya dair yaptığı etütlerde ulaştıkları sonuçlar bütün teferruatıyla serdedilmemekle beraber, burada, konunun târihî boyutları ve arka planının daha iyi anlaşılması için, yedinci hicrî asırda Bağdat’da yaşamış Mûsevî filozof ve edîbi İbn Kammûna’nın (ö.683/1284) çalışmasından bahsetmek yerinde olacaktır. İbn Kammûna nübüvvet açısından üç din; yahûdîlik, hıristiyanlık ve müslümanlığı incelediği eserinde, müslüman müelliflerin Hz. Muhammed’in peygamberliğini ispat sadedinde ortaya koydukları delilleri, mükemmel sayılabilecek bir tasnif ve akıcı bir Arapça’yla sıralayıp bunları tek tek tenkide tabi tutmaktadır. İlginçtir, anılan filozof Hz. Peygamber’in hissî mucizelerini reddederken, aynı şekilde, yukarıda zikredilen mucize isteklerini geri çeviren âyetlerle, mucize rivâyetlerinin haber-i vâhid olduğu ve kesin ilim ifade etmediği gerekçelerini ileri sürmektedir. Öyle ki, İbn Kammûna’nın ifadeleri okunduğunda, son iki asırda hissî mucizeleri kabul etmeyen görüşler sanki motamot bunların tercümesidir, denilebilir.[29]
b) Bu Delillerin Değerlendirilmesi
Hissî/maddî mucizeleri inkâr edenlerin delillerini değerlendirirken, önce konuyla ilgili getirilen Kur’ân ayetlerinden başlamak daha doğru olmalıdır. Çünkü, bu müslüman alimler de kendilerini söz konusu menfî görüşe götüren kanıtların esas itibariyle âyetler olduğunu söylemektedirler. Dolayısıyla Hz. Peygamber’in mucizeleri hakkında, ilk kaynağı temel veri kabul etme noktasında müspet ve menfî fikir beyan edenler müttefiktirler.
ba) Hissî Mucize Taleplerini Reddeden Âyetler
Mezkur âyetler okunduğunda “Biz sana hiç bir maddî mucize vermedik” anlamına gelebilecek sarîh bir ifadenin bulunmadığı görülmektedir. Bununla beraber, her ne kadar böyle direkt bir ifade bulunmasa da, müşriklerin ısrarlı mucize taleplerinin hep reddedilmesi ve hiç olmazsa bu isteklerden bir tanesinin kabul edildiğini gösteren bir anlatımın olmaması, dolaylı olarak, onlara hissî mucize gösterilmediği manasına gelmektedir. Zaten mucizeler konusunda menfî düşünenlerin çıkarımları da buna dayanmaktadır. Ancak, konuya ilişkin ileri sürülen âyetler bağlamlarından koparılmaksızın sibak ve siyâkıyla birlikte bir kaç âyet olarak peşpeşe okunduğunda, yukarıdaki Hz. Peygamber’in mucizelerine dair menfî yargının en azından kesin hüküm halinde algılanamayacağı iz‘ân ve idrak sahibi herkesin kabulleneceği bir husustur. Bu âyetler öncesi ve sonrasıyla okunduğunda esas itibariyle beş konuya vurgu yapıldığı net bir şekilde görülmektedir:
1. Mucize ile iman arasında doğru bir orantı yoktur. Yani insanların iman etmeleri gösterilen mucizeler nispetinde artmamakta, hatta bazan tersi de olabilmektedir.
2. Mucizeleri gösterme mutlak olarak yüce yaratıcı Allah Teâlâ’nın yetkisi ve kudretindedir. O’nun izni olmaksızın hiç kimse, peygamber bile olsa kendiliğinden mucize gösteremez.
3. İstenilen mucize gösterilmesine rağmen iman edilmezse, bu talepte bulunanların toplu helâk edilmesi, Allah’ın önceki ümmetler için uyguladığı değişmez kanunudur.
4. Hz. Peygamber münkirlerin mucize isteklerine fazla itibar etmemeli ve onların dimağlarını Kur’ân’ın ebedî mucizeliği üzerinde düşünmeye kanalize etmelidir.
5. Mekke müşrikleri bu mucize istekleri konusunda asla samimi değillerdir. Onların bu talepleri ne kadar karşılanırsa karşılansın, hiç bir zaman inanmayacaklardır.[30] Nitekim bu husus, onların ifade yerindeyse mucizeyi de aşan saçma sapan isteklerinden[31] açıkça anlaşılmaktadır.
Tekrardan kaçınmak maksadıyla, yukarıda zikredilen âyetler öncesi ve sonrasıyla burada yeniden yazılmamıştır. Konuyu tetkik etmek isteyenler Kur’ân-ı Kerîm’den bu âyetleri okuyunca sıralanan bu beş maddenin mefhumunu göreceklerdir. Diğer taraftan, anılan âyetlerin işaret ettiği bu hususlar, mucizelere dair sahih hadislerle mukayese edildiğinde ikisinin hemen hemen tam bir mutabakat arz ettiği söylenebilir.
Sıralanan bu maddelerin hadislerle olan uyumuna, Hz. Peygamber’in Mekke döneminde ne kadar mucize gösterdiğinin cevabı aranarak başlanabilir. Meşhur hissî mucizelerle ilgili rivâyetler tarandığında, bunların neredeyse tamamının Medîne döneminde ve müslümanlara gösterildiği[32] müşahede edilmektedir.[33] Yine dikkat çeken çok önemli bir husus, inanmayanların mucize isteklerini anlatan âyetlerin tamamının Mekke’de nâzil olan surelerde yer almış olmasıdır.[34] Dolayısıyla Mekke döneminde münkirlerin mucize taleplerini reddeden âyetlerle, bu âyetlerin nüzûlünden çok sonra Hz. Peygamber’in Medîne’de müslümanlara gösterdiği mucizeler arasında bir bağlantı yoktur. Zira Medîne’deki bu mucizeler ne müşriklerin talebi üzerine, ne de inanmayanları iman ettirmek maksadıyla gösterilmiştir. Aksine genellikle bu mucizeler, bazı seriyyelerde karşılaşılan yiyecek ve su sıkıntısını gidermek, bu sayede önceden büyük çileler çekerek hiçbir olağanüstülük beklemeden İslâm’ı seçen ve bir anlamda büyük imtihanı başaran müslümanlara bir lütuf ve imanlarını güçlendirme gayesiyle gösterilmiştir, denilebilir.
Mekke döneminde müşriklerin mucize isteklerinin bir kez müspet karşılandığını gösteren ve dolayısıyla ilk anda mezkur âyetlerle tenâkuz halinde bulunduğu anlaşılan tek örnek ayın yarılmasıyla ilgili hadislerin bazı rivâyetleridir. Ayın yarılması mucizesini anlatan, sened açısından güvenilir hadisler içinde sadece Enes b. Mâlik’den gelen rivâyetlerde, bu olayın inanmayan Mekke’lilerin isteği üzerine gerçekleştiği zikredilmektedir.[35] Bu olaya birazdan temas edilecek ve söz konusu hadislerin bu âyetlerle çelişip çelişmediği değerlendirilecektir.
1. Mucize ile iman arasında doğru bir orantının bulunmaması nedeniyle inanmayanların mucize taleplerinin reddedilmesi Hz. Peygamber’e özel bir durum değildir. Kurân-ı Kerîm’in çeşitli âyetlerinde önceki ümmetlerin, kendi peygamberlerinin gösterdikleri mucizelere inanmadıklarının bildirilmesinin yanında, bugün elde mevcut Kitâb-ı mukaddes incelendiğinde de benzer sonuçlara tesadüf edilir. Meselâ Firavun Hz. Mûsâ’nın açık mucizelerini görmesine karşın ona inanmamıştır.[36] Yine, mucizelerin talep üzerine değil, peygamber tarafından kendiliğinden gösterilmesinin de Allah Rasûlü’ne has bir durum olmadığı görülmektedir. Meselâ Yeni Ahid’de geçen Hz. Îsâ’nın mucizeleri okunduğunda, onun çoğu kere mucize isteklerini geri çevirdiği ve fakat ihtiyaç anında bir talep olmaksızın kendisine inananlara mucizeler gösterdiği müşahede edilmektedir.[37] Hz. Îsâ, inanmayanlara, düşmanlara, hased edenlere mucize göstermek istememiştir.[38] Öyle ki, çevresindekilerin çeşitli mucizeler görmelerine rağmen inanmayıp yeniden mucize istemeleri üzerine Hz. Îsâ şöyle demiştir: “Bu nesil kötü bir nesildir, alâmet arıyor; ona Yunus peygamberin alâmetinden başka bir alâmet verilmeyecektir.”[39] Nitekim Kur’ân’da anlatıldığına göre, havârîler Îsâ peygamberden gökten bir sofra indirmesini isteyince o buna karşı çıkarak “Eğer iman etti iseniz Allah’tan korkun” cevabını vermiştir. Devamındaki âyetlerde Allah Teâlâ havârîlerin isteklerini yerine getireceğini fakat, içlerinden kim iman etmezse kâinatta hiçbir kimseye etmediği azapla onu cezalandıracağını, buyurur. Burada Kur’ân, sofranın gönderilip gönderilmediği konusunda susar ve bir açıklama yapmaz.[40] Pek tabi olarak, nasıl yukarıda Hz. Îsâ için söylenenlerden onun hiçbir mucize göstermediği neticesi çıkarılamazsa, aynı şekilde, Hz. Peygamber’in de maddî mucizelerinin olmadığı söylenemez. Zira, tekrâren vurgulamak gerekirse, bu örneklerden Hz. Îsâ ve Hz. Peygamber’in hiç mucize göstermedikleri değil, inanmayanların mucize isteklerini kabul etmedikleri anlaşılmaktadır. Aksi bir anlayış, Hz. Îsâ’nın da mucize göstermediği manasına gelir ki, bu açık Kur’ân âyetleriyle çelişmektedir.
2. İkinci maddede belirtilen, mucizeleri gösterme yetkisinin mutlak olarak Allah Teâlâ’ya ait olduğu Hz. Peygamber’in hissî mucizeleriyle alâkalı rivâyetlerde de görülmektedir. Allah Rasûlü, muhtemelen, önceki ümmetlerin gördükleri mucizeleri, peygamberin şahsına atfedip ona beşer üstü vasıflar yüklemeleri sebebiyle, kendi ümmetinin de aynı hataya düşmemesi için, gösterdiği hissî mucizelerin Allah’ın izni ve kudretiyle olduğunu özellikle bildirmiştir. Sözgelimi suların çoğalmasıyla ilgili bazı rivâyetlerin sonunda Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurur: “Haydi, temiz ve mübarek suya geliniz! Bereket Allah’tandır”.[41] İbn Hacer bu ifadeyi açıklarken “Burada, yaratmanın Allah’tan olduğuna bir işaret vardır” der.[42] Başka bir rivâyet de şöyledir: Ümmü Mâlik el-Ensârî Allah Rasûlü’ne içi yağ dolu bir tulumu hediye olarak getirmişti. Hz. Peygamber’in isteğiyle Bilâl (r.a.), tulumu tamamen boşaltıp ona geri verdi. Ümmü Mâlik eve geldiğinde tulumun yağla dopdolu olduğunu görünce, Hz. Peygamber’in bu hediyeyi kabul etmediğini zannetti. Oysa, tulum mucize olarak dolmuştu. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.) ona şöyle buyurdu: “Âfiyet olsun ey Ümmü Mâlik! Bu, Allah’ın sevabını çabucak/hemen verdiği bir berekettir”.[43] Yine bu tür rivâyetlerde geçen “Allah’ın izniyle” ve “Şifânın Allah’tan istenmesi”[44] ifadeleri bunun bâriz misâlleridir. Hz. Peygamber’in, mucizelerin gerçek yaratıcısının Allah olduğu konusundaki bu hassâsiyetini, sahâbîler gayet iyi anlamışlardır. Nitekim yemeğin bereketlenmesiyle alakalı bir mucizeyi anlatan sahâbî Samura b. Cündeb’in, bir tabak tirit yemeğinin ashâb tarafından sabahtan öğleye kadar yenildiğini söylemesi üzerine, dinleyicilerden bir adam “tabağa ilâve yapılıyor muydu?” diye sorunca o, şöyle cevap vermiştir: “Bunun nesine hayret ediyorsun ki! Başka yerden değil ancak -eliyle göğe işaret ederek- şuradan ilâve yapılıyordu”.[45] Diğer taraftan, bu tür olayların öncesinde Rasûlullah (s.a.)’in Rabbine dua etmesi[46] de gerçek sâniin O olduğunu sahâbîlere göstermekteydi.
3. Kur’ân-ı Kerîm’in önceki ümmetlerin mucize isteklerini anlatan âyetlerinde, son merhalede bu talepler yerine getirildiğinde iman edilmezse, onların toplu helâka maruz kaldıkları anlaşılmaktadır. Halbuki yukarıda Hz. Peygamber’in hissî mucizeleri konusunda verilen bilgilerden, bu mucizelerin önceden müslüman olanlara gösterilmesi nedeniyle aralarında bir mahiyet farkının olduğu görülmektedir. Birincisi, münkirlerin iman etmeleri için son uyarı niteliği taşır ve korkutma amacıyla gösterilir. İkincisinde ise, korkutma değil inananların sıkıntılarını giderme ve imanlarını güçlendirme söz konusudur. Bu nedenle Abdullah b. Mes‘ûd (r.a.), Hz. Peygamber’i görmeyen tâbiîn neslinin, önceki ümmetlere son uyarı olarak gösterilen mucizelerin korkutma maksadıyla olduğunu beyan eden âyetle[47] Rasûlullah (s.a.)’in müslümanlara gösterdiği mucizeler arasında bir ilgi kuramamalarından olsa gerek, onlara şöyle demiştir: “Biz mucizeleri bereket sayardık, siz ise korkutma sayıyorsunuz”.[48] İbn Mes‘ûd gibi fakîh bir sahâbî, bu ifadesiyle her mucizenin korkutma unsuru taşımadığını, özellikle Allah Rasûlü’nün kendilerine gösterdiği mucizelerin bir hayır ve bereket olduğunu beyan etmektedir.[49] Ayrıca onun bu açıklamalarından, mucize taleplerini reddeden âyetlerin nasıl anlaşılması gerektiği ortaya çıkmaktadır. Açıktır ki, bu anlayış, yukarıda izah edilmeye çalışılan anlayıştır.
Bazı rivâyetler, inanmaya asla niyetleri olmayan Mekke müşriklerinin âyetlerde belirtilen mucize isteklerine temas etmiştir. Buna göre, onlar Hz. Peygamber’den Safâ tepesini altın ve civardaki dağları ziraata elverişli ova yapmasını istemişlerdir. Bunun üzerine Allah Teâlâ peygamberine, dilersen onların isteklerini yerine getiririm, eğer, yine inkâr ederlerse öncekilerin helâk edildikleri gibi helâk edilirler; dilersen mühlet veririm belki içlerinden hidayetle hayat bulan olur, şeklinde vahyetmiş ve şu âyet[50] indirilmiştir: “Bizi mucizeler göndermekten alıkoyan şey, ancak öncekilerin onları yalanlamış olmalarıdır. Semûd kavmine, açık bir mucize olmak üzere bir dişi deve vermiştik. Onlar ise, (bu deveyi boğazladılar ve) bu yüzden zâlim oldular...”.[51] Başka bir rivâyette Allah Teâlâ, dilersen onlara tövbe ve rahmet kapısını açayım buyurunca Hz. Peygamber bunu tercih etmiş ve helâk olmalarını arzu etmemiştir.[52] Benzer bir rivâyette, Rasûlullah (s.a.), onların bu istekleri konusunda Rabbine yalvaracağını, şâyet kabul edildikten sonra inanmazlarsa gerçekten helâke uğrayacaklarını söyleyince, isteklerinden vazgeçtikleri bildirilmektedir.[53] Bundan dolayı Allah Rasûlü (s.a.), Sâlih peygamberin kavminin helâk olduğu “hıcr” mevkiine gelince, onları örnek göstererek, insanlardan mucize talep etmemelerini istemiştir.[54] Hz. Peygamber’in, burada verdiği örnekten anlaşıldığı kadarıyla, inanmayanların istekleri gibi, meydan okuma tarzında mucize talep edilmemesini kastettiği anlaşılmaktadır. Zira güvenilir hadislerde, Hz. Ömer’in, imanla bir bağlantı kurmaksızın müslümanların su ve yiyecek sıkıntısını gidermek amacıyla, Rasûlullah (s.a.)’den bereket duası (mucizesi) talep ettiği zikredilmektedir.[55]
İlâhî takdir, son peygamber Hz. Muhammed’in tebliğe ilk muhatap olan kavminin toplu helâke maruz kalmasını dilememiştir. Belki bu, diğer insanların hepsini içine alan tebliğin sürekliliği ve Allah Rasûlü’nün görevini başarıyla tamamlaması açısından gerekliydi. Çünkü, başta Hz. Peygamber’e karşı çıkan pek çok sahâbînin, sonradan imanla şereflenip dini tebliğ hususunda yaptığı hizmetler düşünüldüğünde, toplu helâkin gerçekleşmemesinin, beşerî anlayışla zâhirî planda ne kadar isabetli olduğu görülmektedir. Rasûlullah (s.a.)’in âlemlere rahmet olarak gönderilmesinin[56] bir yansıması da muhtemelen, onun ümmeti için toplu helâkin vârid olmamasıdır.
4. Dördüncü maddede belirtilen, Hz. Peygamber’in müşriklerin mucize isteklerine fazla itibar etmemesi ve onların dimağlarını Kur’ân’ın ebedî mucizeliği üzerine yönlendirmesi gerektiği konusu da hadislerle teyit edilmiştir. Nitekim yukarıda Kur’ân mucizesi konusu işlenirken, Allah Rasûlü’nün “Hiç bir peygamber yoktur ki ona, insanların benzerine iman ettiği bir mucize verilmemiş olsun. Bana ise, ancak Allah’ın vahyettiği vahiy verilmiştir. Bu sayede, kıyamet günü peygamberlerin en çok tâbiî bulunanı olmayı ümit ederim”[57] hadisi zikredilmişti. Bu hadis, inanmayanlara meydan okuma anlamında, önceki peygamberlere verilenin bir benzeri olarak Hz. Peygamber’e Kur’ân mucizesinin verildiğini açıklamaktadır. Yoksa onun (s.a.) hissî mucizeler gösterdiğini nakzetmemektedir. Kur’ân’ın Rasûlullah (s.a.)’in en büyük mucizesi oluşu ve bu mucizeyi diğerlerinden ayıran farklar konusunda ilgili bölümde yeterli bilgi verilmiştir.[58]
5. Öte yandan, Mekke müşriklerinin mucize taleplerinde samimi olmadıkları yukarıda verilen İsrâ suresinin 90-93. âyetlerinde açıkça görülmektedir. Hz. Peygamber’den Allah’ı ve melekleri karşılarına getirmesini isteyecek kadar ileri giden bu münkirlerin, istekleri yerine getirilse de, asla inanmak gibi bir maksatları yoktu. Bu âyetlerin sonunda müşrikler, Hz. Peygamber göğe çıksa bile, oradan kendilerine okuyacakları bir kitap indirmedikçe ona inanmayacaklarını söylemektedirler. Allah Teâlâ onların bu sözlerinde de samimi olmadıklarını “Sana Kitâb’ı kağıtta yazılı olarak indirmiş olsak da, elleriyle ona dokunsalar, inkâr edenler yine de “Bu apaçık bir büyüdür” derlerdi[59] âyetiyle beyan etmektedir. Onların Allah’ı karşılarında görmek istemeleri bir tarafa, melekleri dahi görmeleri, iman imtihanın bitip her şeyin sona ermesi demekti. Zira Kur’ân ifadesiyle, melek indirilmiş olsaydı iş bitirilmiş ve onlara göz açtırılmazdı.[60] Bazı hadis rivâyetlerinde, münkirlerin iman etmek için daha başka isteklerinin olduğu da bildirilmiştir. Sözgelimi Kusay b. Kilâb’a kadar bütün atalarının diriltilmesi ve onların Hz. Muhammed’in gerçek peygamber olduğunu kendilerine söylemesi, bu saçma sapan istekler arasındadır.[61] İnanmayanların bu tür istekleri sadece Hz. Peygamber’in ümmeti için değil, önceki peygamberlerin ümmetleri için de karşılanmamıştır. Zira bunlar, mucizenin de ötesinde büsbütün ilâhî âdete aykırı isteklerdir[62] ve insanların imtihan için gönderiliş gayesiyle taban tabana zıttır.
Bu izahların ışığında bir değerlendirme yapıldığında, Kur’ân âyetlerinde geçen mucize isteklerinin reddedilmesinden hareketle, Hz. Peygamber’in hiç bir mucize göstermediği sonucuna gitmek doğru ve tutarlı bir anlayış olarak gözükmemektedir. Ayrıca, bu âyetlerden çıkarılan ve yukarıda beş madde halinde özetlenen hususların, Rasûlullah (s.a.)’in hissî mucizeleriyle çelişmediği ilgili hadislerden verilen örneklerden anlaşılmaktadır.
bb) Kur’ân’da Ayın Yarılması Olayı
Diğer taraftan, Hz. Peygamber’in hissî mucizeler gösterdiğine kuvvetli bir şekilde işaret eden Kur’ân âyetleri mevcuttur. Bu konudaki en önemli delillerden birisi, Kamer suresinin baş tarafında anlatılan ayın yarılmasıyla alâkalı âyetlerdir. Bu âyetlerde Hz. Peygamber’in Mekke’de müşriklere gösterdiği ayın yarılması mucizesine işaret edilmiştir. Allah Teâlâ bu âyetlerde şöyle buyurur: “Kıyâmet saati yaklaştı, ay yarıldı. Onlar bir mucize görseler hemen yüz çevirirler ve “süregelen bir büyüdür” derler. Yalanladılar ve kendi heveslerine uydular. Halbuki, her iş sonunda kendi amacına varıp karar kılacaktır”.[63] Burada maddî bir olay olan “ayın yarılması”nı gören münkirlerin, “bir büyü” diyerek yüz çevirmeleri dikkat çekicidir. Bir çok âyette, önceki peygamberlerin muhataplarının onlarda görmüş oldukları hârikulâde durumlara/olaylara inanmayıp bu işlerine “büyü” dedikleri anlatılmaktadır.[64] Bu durumlar göz önüne alınınca denilebilir ki; Hz. Peygamber’e “sâhir: büyücü”[65] demiş olan müşrikler, onda gördükleri olağanüstü şeylerden dolayı ona böyle demişlerdi.[66]
Bazıları bu ifadeden kıyamete yakın “ay yarılacak” şeklinde bir anlam çıkarmışlardır. Nitekim Kur’ân’ın bazı âyetlerinde ileride meydana gelecek bir olayın, manayı tekîd amacıyla, geçmiş zaman sîgasıyla anlatılması vâkidir.[67] Ancak buradaki ilgili âyetin sibak ve siyâkına bakıldığında, bu olayın istikbâle yorumlanması uygun düşmemektedir. Çünkü böyle bir mana verildiğinde baştaki “kıyâmet yaklaştı” ibaresi anlamsız olmaktadır. Şayet ay, bu âyetin indiği zamana kadar yarılmayıp gelecekte yarılacaksa, o takdirde, “kıyâmet yaklaştı” demek bir mana ifade etmez. Zira, istikbalde meydana gelecek bir olay, kıyametin geleceğine nasıl delil teşkil etsin? Öte yandan, âyetin devamında inanmayanların bir mucize gördükleri zaman buna büyü dedikleri söylenmektedir. Kıyamet koparken ayın ikiye yarılmasını inkâr etmek ve ona büyü demek pek manasız olur. O zaman, ona “bir büyüdür” demeye mahal yoktur.[68] Kur’ân’da tasvir edilen kıyametin kopuşuna dair sahneler topluca göz önünde canlandırılırsa, o anda bunu yaşayan insanların, bu dehşet verici hâdiselere büyü demelerinin mümkün olmadığı anlaşılır. Bu konuda, hakikaten büyük ve yıkıcı depremleri misâl olarak hatırlamak, olayı daha iyi anlamak ve kavramak açısından bir fikir verebilir. Kıyâmetin çok küçük bir provası niteliğindeki büyük ve yıkıcı depremleri yaşayanların ilk aklına gelen, ne bir hayâl ne de bir büyüdür; sadece ve sadece bütün yalınlığı ile olayın gerçekliğidir.
Anılan âyetlerin, gelecekte kıyâmet koparken ayın yarılmasını anlattığını savunanların ileri sürdükleri diğer bir delil de ikinci âyetin sonundaki “süregelen bir büyüdür (sihrun müstemir)” ifadesidir. Buna göre, “müstemir” kelimesine “sürekli” anlamı verilmiş ve burada “sürekli sihir”den bahsedildiği; ayın yarılmasının ise, bir an için vukû bulan geçici bir hâdise olduğu, şayet, sürekli olacak olsaydı bize kadar gelmesi gerekeceği, halbuki, bu olayın bize kadar gelmediği söylenmiştir.[69] Her ne kadar “müstemir” kelimesi “sürekli” anlamına gelse de, bu âyette anlatılan, ayın yarılması mucizesinin sürekliliği değil, münkirlerin ne zaman bir mucize görseler, bu dahi önceden peygamberlik iddia edenlerin gösterdikleri cinsten, hep onların yaptıkları kabilden devam edegelen bir büyüdür, anlamındaki “süreklilik”tir. Yani burada, önceki peygamberlerden beri devam edegelen, peygamberin mucize göstermesi ve akabinde münkirlerin bunu yalanlaması sürecindeki “süreklilik” anlatılmıştır. Nitekim âyetin Arapça grameri açısından “şart ve cezâ/cevap” tarzında gelmesi de bu manayı desteklemektedir.
Öte yandan, Kamer suresinin tamamı bütüncül bir bakışla okunduğunda, ilk üç âyette anlatılan hususun Hz. Peygamber’in ayın yarılması mucizesine delâlet ettiği daha bir kuvvet kazanır. Çünkü, surenin devamında Nûh, Âd, Semûd, Lût ve Firavun kavmine, kendi peygamberlerinin gösterdikleri mucizeler ve her bir kavmin onları yalanlaması anlatılmaktadır. Verilen bu misâllerden sonra, inanmayan Mekkelilerle onlar arasında bir mukayese yapılmakta ve şöyle denilmektedir: “(Ey Mekke putperestleri!) Sizin inkârcılarınız bunlardan daha mı üstündür? Yoksa Kitaplarda size bir kurtuluş belgesi mi var?[70] Yapılan bu mukayeseden, Mekke müşriklerinin yalanladıkları şeyin, önceki ümmetlerin yalanladıkları cinsten olağanüstü bir mucize, yani ayın yarılması mucizesi olduğu anlaşılmaktadır. Görüldüğü gibi bu anlayış, hem ilk üç âyetin kendi içerisindeki anlam bütünlüğüne hem de surenin tamamında anlatılan konuların bütünlüğüne daha uygundur.
Rivâyetlerde geçen Hz. Peygamber’in hissî mucizeleri tarandığında, onun Mekke döneminde gösterdiği nâdir sayıdaki mucizelerden birisi olan ayın yarılması olayının, bu konunun başlarında temas edildiği gibi, Mekke döneminde inen mucize taleplerini reddeden âyetlerle bir çelişki arz ettiği düşünülebilir. Aslında problem, ayın yarılmasına dair zikredilen hadislerin bazı rivâyetlerinde, bu hâdisenin inanmayan Mekke halkının isteği üzerine gerçekleştiğinin bildirilmesiyle ortaya çıkmaktadır. Şâyet, sened açısından güvenilir olanlar içinde sadece Enes b. Mâlik’in rivâyetlerinde bu olayın talep üzerine meydana geldiği hususu[71] geçmeseydi, ayın yarılması hâdisesinin söz konusu âyetlerle bir çelişki arz etmediği de söylenebilirdi. Zira, Hz. Peygamber’in bu hadiseyi kendiliğinden bazı müşriklere göstermiş olması ihtimal dahilindedir. Fakat, âyetlerin iniş zamanı göz önünde bulundurulduğunda bu olayın müşriklerin isteği üzerine gerçekleşmesi de ihtimal dışında değildir. Şöyle ki: Ayın yarılması olayının hicretten beş yıl önce meydana geldiği ve dolayısıyla Kamer suresinin de bu zamanda nâzil olduğu bildirilmektedir.[72] Münkirlerin mucize taleplerini anlatan âyetlerin tamamı da Mekke’de inmiştir ve bu âyetlerin çoğunun Kamer suresinden sonra inmiş olması mümkündür. Binâenaleyh, ayın yarılması hâdisesi müşriklerin isteğiyle önceden gerçekleşmiş; mucize isteklerini geri çeviren âyetler ise sonradan nâzil olmuşsa aralarında bir çelişki yoktur. Zira, bu durumda ayın yarılması olayı, söz konusu âyetlerin medlûlüne dâhil olmamaktadır. Tabi bu ihtimalin geçerlilik kazanması, âyetlerin iniş zamanının tam bir tespitini yapmakla mümkündür. Gerçekten de bu konuya temas edenlerin verdiği bilgiler, mucize isteklerini anlatan âyetlerin kronolojik olarak ayın yarılması olayından sonra nâzil olduğunu ifade etmektedir.[73] Bu durumda ortada bir tenâkuz bulunmadığı rahatlıkla söylenebilir.
Öyle görünüyor ki, Allah Teâlâ, ilâhî âdete büsbütün ters mucize istekleriyle kesinlikle iman etmeyeceklerini belli eden müşriklerin, bu kararlarını Hz. Peygamber ve inananlara bir örnekle göstermek için, mucize taleplerinin yeni başladığı zamanlarda ayın yarılması hâdisesini meydana getirmiştir. Sonraları, mucize taleplerinin boyutları çığırından çıkıp münkirler tarafından bir oyun, eğlence ve istihzâya dönüşünce, artık bu isteklere itibar edilmemiştir.[74] Yine, bu olayın gece meydana gelmesi ve herkesin orada bulunmaması nedeniyle münkirlerin hepsi görmediğinden, onlar için toplu helâke maruz bırakılmak gerçekleşmemiştir.[75] Her ne kadar münkirler toplu helâkten kurtulsalar da, bazı rivâyetlerde onların bir kısmının Bedir savaşında bu azaptan paylarını aldıkları zikredilmektedir. Nitekim, “Mutlaka onlara, en büyük azaptan önce yakın (dünya) azaptan tattıracağız[76] âyetindeki “yakın azaptan” maksadın, müşriklerin Bedir’de karşılaştıkları hezimet olduğu yorumu yapılmıştır.[77]
Ayın yarılması mucizesini sahâbeden Abdullah b. Mes‘ûd, Enes b. Mâlik, Abdullah b. Ömer, Abdullah b. Abbâs, Cübeyr b. Mut‘ım, Ali b. Ebû Tâlib ve Huzeyfe b. el-Yemân rivâyet etmişlerdir. Bunlardan İbn Mes‘ûd, İbn Abbâs ve Enes b. Mâlik’in rivâyetleri hem Buhârî hem de Müslim de yer almakla müttefekun aleyh hadislerdir. İbn Ömer’in rivâyetinde ise, Müslim yalnız kalmıştır. Ayrıca bu rivâyetlerden bazıları Tirmizî’nin Sahîh’i [Sünen’i] ve Ahmed b. Hanbel’in Müsned’inde de yer almıştır. Diğer sahâbîlerin rivâyetleri ise Buhârî ve Müslim dışındaki hadis kitaplarında bulunmaktadır.[78]
Burada, Kamer suresindeki ilk üç âyetin, ayın yarılması olayına delâletiyle ilgili tartışmalar ve bu konudaki itirazlar değerlendirilmeye çalışılmıştır. Hadislere yöneltilen tenkitler ise, ele alınmamıştır. Konuyla ilgili çeşitli araştırmalarda,[79] bu hadislere yöneltilen tenkitler yeterince cevaplandırılmıştır. [80]
bc) Bedir Savaşında Düşmana Atılan Bir Avuç Çakıl Taşı
Hz. Peygamber’in hissî mucizeler gösterdiğinin Kur’ân’dan bir başka delili Enfâl suresinin on yedinci âyetindeki şu ifadelerdir: “Onları siz öldürmediniz, fakat Allah öldürdü. Attığın zaman sen atmadın fakat Allah attı”. Burada Bedir savaşında müslümanların kazandığı zaferde, Allah’ın izniyle olan Hz. Peygamber’in rolüne işaret edilmektedir. Âyette Rasûlullah (s.a.)’in “atması”ndan bahsedilmesi, bunun alelâde bir olay olmadığını göstermektedir. Çünkü, burada sözü edilen “atma”nın, âyetin genelinden anlaşıldığı kadarıyla müşriklerin yenilmesinde önemli bir fonksiyonu vardır. İşte bu atmanın ayrıntıları ilgili rivâyetlerde şöyle açıklanmıştır: Bedir günü iki ordu karşı karşıya gelip savaş düzeni alınca, Allah Rasûlü (s.a.) eline bir avuç çakıl taşı alıp müşriklerin üzerine doğru atarak “Kara olsun yüzleri” şeklinde beddua etmiştir. Bunlar düşmanların gözlerine isabet etmiş ve savaşta büyük bir hezimete uğramışlardır.[81] Uzaktan atılan bir avuç taşın, bin kişilik bir düşman ordusu üzerinde bu kadar etki meydana getirmesi, ancak bir mucizeyle izah edilebilir.[82] Söz konusu âyette bu hususa açık denilebilecek bir şekilde işaret edilmiştir.[83]
Verilen bu iki örneğin dışında, Rasûlullah (s.a.)’in Kur’ân’da işaret edilen daha pek çok âyet ve delilleri vardır. Tabi bunların bir kısmı teknik anlamıyla mucize tarifinin içine girmediğinden bunun yerine âyet ve delil tabirlerini kullanmak daha doğru bir yaklaşımdır. Bu âyet ve delillerden bir bölümü de, Hz. Peygamber’in Kur’ân’da bahsedilen gaybî haberlerinden oluşmaktadır. İsrâ olayı, Kureyş’in uğradığı kıtlık, hicret esnasındaki bazı mucizeler, savaşlardaki ilâhî yardımlar, Mekke’nin fethedileceği müjdesi, yahûdîlerin âkıbetine dair haberler gibi, çeşitli konuları içeren Hz. Peygamber’in Kur’ân’daki delillerini, Şiblî yirmi üç madde halinde ele alarak ayrı ayrı anlatmıştır.[84]
Öte yandan, ayın yarılması olayının baş tarafında değinildiği gibi, önceki ümmetlerin kendi peygamberlerinin gösterdikleri olağanüstü hadiseleri büyü diyerek kabul etmedikleri; aynı şekilde Mekke müşriklerinin de Hz. Peygamber’e benzer ithamlarda bulundukları söylenmişti. İnanmayanlar Allah Rasûlü’ne “kâhin” ve “sihirbaz” yakıştırmalarında bulunmuşlardır.[85] Ayrıca münkirler, Kur’ân için de “büyü” karalamasını yapmışlardır. Araplar arasında “kâhin”, gaybten haber veren kimseye denir. Sihirbaz ise, tuhaf ve acâyip şeyler yapan insan için kullanılır. Şâyet Hz. Peygamber gaybten haber vermemiş ve olağanüstü şeyler göstermemiş olsaydı, inanmayanların ona sihirbaz ve kâhin demelerinin anlamı kalmazdı.[86] Nitekim hissî mucizeleri anlatan rivâyetlerde, bu olayları gören henüz inanmamış bazı kimselerin Hz. Peygamber için, büyü yapan bir sihirbaz nitelemesinde bulunmaları[87] bu âyetlerin delâlet ettiği manayı açıklayan ve destekleyen ifadelerdir.
Görüldüğü üzere Kur’ân, doğrudan veya dolaylı olarak Hz. Peygamber’in mucizelerine temas etmiştir. Ancak, Kur’ân’da Rasûlullah (s.a.)’in mucizelerinin neden önceki peygamberlerin mucizeleri gibi, daha geniş ve açık anlatılmadığı sorusu akla gelebilir. Bu soruyu bir kaç şekilde cevaplamak mümkündür. Aslında bu cevapların tümü, Kur’ân’ın nev-i şahsına münhasır yegâne kitap olmasıyla bir şekilde ilintilidir. Her şeyden önce, ilâhî irâde böyle tecellî etmiştir, denilebilir. Zira, Kur’ân’da namaz gibi çok önemli bir ibadet bile tafsilâtıyla anlatılmayıp, bunun kılınış şekli ve şartları hakkındaki geniş açıklamalar sünnete bırakılmıştır.[88]
Diğer taraftan, son peygamber Hz. Muhammed’le birlikte insanlık yeni bir döneme girmiştir. Artık ondan sonra başka bir peygamber gönderilmeyeceğinden, Allah Rasûlü’nün öğretisi kıyamete kadar gelecek bütün insanlığı kuşatıcı olmalıydı. Eğer, Rasûlullah (s.a.)’in Allah’ın gerçek peygamberi olduğu, onun zamanındaki insanlara gösterdiği bazı hissî mucizelere bağlansaydı, bu, sonradan gelenler için sadece bir haber niteliği taşıdığından pek bir mana ifade etmezdi. Bu yüzden Kur’ân-ı Kerîm, Hz. Peygamber’in gösterdiği hissî/maddî mucizeleri özellikle ön plana çıkarmaz, aksine dinin asıl nüvesini oluşturan mânevî mucizelere vurgu yapar. Yine Kur’ân, kafaları ikna etmek için mucizeden çok akla hitap eder. Zaaf ve korku yoluyla inandırma yerine, düşünce ve ikna yoluyla kabulü tercih eder.[89] Gerçekten de aydın ve mütefekkir insanlar için, mânevî mucizeler maddi mucizelerden çok daha önemlidir. Nitekim, başta hanımı Hz. Hatîce ve hicret arkadaşı Hz. Ebû Bekr olmak üzere Allah Rasûlü’ne ilk iman edenler, hiç bir zaman ondan maddî mucize talep etmemişlerdir. İslâm dini için büyük fedâkarlıklara katlanan ve insanüstü gayretler gösteren sahâbenin ileri gelenlerinin, müslüman olmalarına sebep olan etkenlere bakıldığında, ya Kur’ân’nın cezbedici tesiri ya da Allah Rasûlü’nün itimat telkin eden şahsiyeti görülür. Bu kimseler için, onun peygamber olduğunun gerçek delili, Hz. Peygamber’in hayatı boyunca bir sapma göstermeyen ahlâkı ve dosdoğru karakteriydi. Onlara göre, Rasûlullah (s.a.)’in akrabasını gözetmesi, fakirlere ve kendi işini göremeyecek derecedeki düşkünlere yardım etmesi, misâfirleri ağırlaması vb. insanlık umdelerine sahip bulunması,[90] onun gerçek bir peygamber olduğunun en önemli ispatıydı.[91]
Hz. Peygamber’in mucizelerinin Kur’ân’da çok tafsilatlı anlatılmamasının bir başka sebebi, bizzat Kur’ân’ın kendine özgü mucizevî bir kitap oluşudur. Zira, muhteva yönüyle Kur’ân önceki mukaddes kitaplara nispetle büyük farklılıklar taşır.[92] Meselâ Eski ve Yeni Ahid incelendiğinde bu kitapların ana temalarının peygamberlerin hayat hikayeleri üzerine kurulu olduğu görülmektedir. Özellikle Yeni Ahid’i oluşturan dört İncil, baştan sona Hz. Îsâ’nın hayatını anlatmaktadır denilse, mübalağa olmaz. Eski Ahid’de dini kurallara ilişkin açıklamalar daha fazla olsa da, bunlar da yine, peygamberlerin hayatlarıyla bağlantılı olarak verilmiştir. Oysa, Kur’ân tetkik edildiğinde, Hz. Peygamber’in hayatının Eski ve Yeni Ahid’deki gibi kronolojik bir sıra takip edilerek verilmediği ve fakat amaçlanan mesajla bağlantılı olarak kısa bazı kesitlerle yetinildiği görülmektedir. Eğer, Kur’ân önceki mukaddes kitapların muhteva ve üslûbuna sahip olsaydı, onun daimi mucizeliğinden söz edilemezdi. Halbuki o, evrensel bir kitap olmalıydı ve yatay ve dikey boyutta bütün insanlığın problemlerine çözüm getirmeliydi. Çünkü ondan sonra başka bir kitap gelmeyecekti. Şayet, Kur’ân uzun uzun Hz. Peygamber’in hayatından ve onun mucizelerinden bahsetseydi, belki şimdiki halinin en az üç dört misli bir hacimde olacaktı. Bu ise onun öz ve özet (mûcez) bir kitap olmaması demektir. Bir başka ifadeyle bu, Kur’ân’ın lafız ve mana yönüyle mucizeliğinin ortadan kalkmasıdır.
Tüm bu gerekçelerden dolayı, Kur’ân’da sadece Hz. Peygamber’in mucizeleri değil, çoğu konu kısa ve özet bir şekilde verilmiş, geniş açıklamalar sünnete, yani Rasûlullah (s.a.)’in hadislerine bırakılmıştır. Diğer taraftan, Kur’ân’ın önceki peygamberlerin mucizelerine yer yer temas etmesi, onları bize bir anı olarak anlatmak maksadıyla değildir. Bu hadiselerin hikaye edildiği her yerde önemli tespitler yapılmış ve hayâtî mesajlar verilmiştir. Aynı zamanda bu mucizelerden bahsetmekle Kur’ân, bir anlamda onların doğruluğunu tescil etmiştir. Kim bilir, Kur’ân’da önceki peygamberlerin mucizelerinin zikri geçmeseydi, belki de Kur’ân’da yok iddiasıyla Rasûlullah (s.a.)’in mucizelerinin kabul edilmek istenmemesi gibi, bu peygamberlerin mucizeleri de reddedilecekti. Nitekim bu peygamberlerle alâkalı, gerçekten objektif davranıldığında, oldukça güvenilir tespit edilen Hz. Peygamber’in sîreti ve sünnetine ilişkin eserler gibi, kitaplar da yoktur. Hatta denilebilir ki, muhteva yönüyle Kitâb-ı mukaddes’in tekâbül ettiği kitap Kur’ân değil, Hz. Peygamber’in hayatına ve hadislerine ilişkin telif edilen sîret ve hadis eserleridir.
bd) Hissî Mucizelerin Âhâd Rivâyetler (Haber-i vâhid) Olması
Hissî mucizeleri kabul etmeyenlerin ileri sürdükleri ikinci temel gerekçe, bu hadislerin mütevâtir değil, âhâd yolla rivâyet edilmiş olmasıdır. Onlara göre, meselâ suyun çoğalması veya yemeğin bereketlenmesi ile ilgili bir olayı yüzlerce sahâbî görmüşse neden bunlar beş on sahâbî tarafından rivâyet edilmiştir?
Öncelikle şunu tespit etmek gerekir ki, böyle bir soru hadislerin tedvin ve tasnif sürecine aykırıdır ve bir anlamda muhatabı yoktur. Zira, hadis tarihine ilişkin herhangi bir eser okuyan herkes, hadislerin toplanması ve konularına göre tasnif edilerek kitap haline getirilmesinin tabiî bir süreç şeklinde cereyan ettiğini bilir. Hadis tedvin faaliyetinde görev alan kişiler, doğal olarak görüştükleri sahâbîlerin kendilerine verdikleri bilgileri/haberleri kayda geçirmişlerdir. Tabiatıyla bu durum rivâyetlerdeki sayının azalmasına sebep olmuştur. Çünkü ne sahâbenin tamamı ne de ondan sonraki tâbiîn neslinin tümü, hadis tedvin işinde görev almıştır. Genellikle bu işi, belli bazı şahıslar üstlenmiş ve yürütmüşlerdir. Şâyet onlar, yıllar sonra ortaya yukarıdaki gibi bir soru atılacağını bilselerdi mutlaka daha farklı hareket ederlerdi. Sözgelimi, sahâbeden birisine hadis almaya gelen bir tâbiîye, sahâbî şöyle derdi: “Haydi sen şimdi git, bulabildiğin bütün arkadaşlarını topla, ben de arkadaşlarımı toplayayım ve peygamberin hadisini size gurup halinde rivâyet edelim. Bu da kayda mütevâtir olarak geçsin. Zira yıllar sonra gelecek bazı kimseler, pek çok kişinin şâhid olduğu olayları bir kaç kişi rivâyet ederse, mütevâtir değil gerekçesiyle reddedecekler”. Ancak neticeden hareketle ortaya atılan ve vâkıâya mutâbık olmayan böyle bir soruyla kimse karşılacağını bilmediği için, tasvir edilen diyalogdaki gibi davranmamışlardır.
Öte yandan, haber-i vâhid kavramını yanlış algılamamak gerekmektedir. Hadis ıstılahında haber-i vâhid, mütevâtir derecesine ulaşmayan her bir haber için kullanılır. Yoksa seneddeki râvîleri her nesilde birer kişi olan rivâyet, haber-i vâhidin sadece bir türüdür. Konuya bu açıdan bakıldığında, mucizelerle ilgili rivâyetler, genellikle sened itibariyle en fazla sahâbî râvî ihtiva eden rivâyetlerdir. Nitekim haber-i vâhidin sınıflandırılması konusundaki bilgilerde, mucizelere dair rivâyetler, senedinde en çok râvîye sahip olması nedeniyle, daima tasnifin başında yer almıştır.[93] Dolayısıyla bu tür rivâyetler, hadis tekniği açısından en güvenilir olanlar arasındadırlar.
Bu nedenle Hz. Peygamber’in mucizelerine ilişkin rivâyetler, her ne kadar tek tek ele alındığında âhâd haberlerden teşekkül etse de, toplamı itibariyle bir gerçekliği anlatır. Zira, âhâd yolla rivâyet edilen aynı veya farklı cinsten hadisler bir araya getirilip bütünüyle değerlendirildiğinde, mutlak anlamda Hz. Peygamber’in mucizelerinin meydana geldiğini göstermektedir. Yani, bu haberlerin birleştiği müşterek nokta, Allah Rasûlü’nün bazı olağanüstü hâdiselerinin bulunduğudur. Tıpkı, âhâd yolla rivâyet edilen Hâtem et-Tâî’nin cömertliği ve keremi, Nûşirevân’nın adâleti, Hz. Ali’nin cesareti ve kahramanlığı, Ebû Hanîfe’nin ilmi gibi. Anılan bu şahısların özellikleriyle ilgili haberler âhâd yollarla gelmiştir, fakat bu haberlerin toplamı, mezkur özelliklerin söz konusu kişilerde bulunduğunu anlatmaktadır.[94] Hadis âlimleri bu nevi rivâyetleri ince iplikten bükülmüş kalın gemi halatlarına benzetmişlerdir. Bu mürekkep teşbihte ince ipler zan ifade eden haberlerdir. Kalın halat ise, bu haberlerin birleşerek tevâtür derecesinde sağlamlık kazanmaları ve işitenlerin ilmî vicdanlarında kesin bilgi seviyesinde etkili olmalarıdır.[95] Bu nedenle bu tür rivâyetler mânen mütevâtir olarak nitelendirilmiştir.[96]
Hz. Peygamber’in mucizeleriyle ilgili dikkat çekici bir husus, bu rivâyetlere dair sahâbeden herhangi birisinin, ne karşı bir görüş ne de bir inkar da bulunmamasıdır. Bu rivâyetlerin aksi istikamette sahâbeden bir görüş gelmediğine ve bu tür rivâyetlerin anlatılmasına ses çıkarmadıklarına göre, Rasûlullah (s.a.)’in mutlak anlamda hissî mucize gösterdiğine ilişkin hadisler güvenilir rivâyetlerdir. Zira, sahâbîlerin asılsız bir olayın anlatımı karşısında susmaları ve böylece yalana ortak olmaları düşünülemez. Nitekim, onlar hoşlarına gitmeyen ve tasvip etmedikleri bir fiil veya sözle karşılaştıkları zaman, tepkilerini hemen ortaya koyarlardı. Kur’ân kıraati, Hz. Peygamber’in sîreti ve sünneti konusunda birbirlerini ikaz etmeleri ve hatalarını düzeltmeleri bunun en bâriz ispatıdır.[97] Eğer, gerçekten sahâbeden Allah Rasûlü’nün mucize göstermediği konusunda farklı bir görüşte olan olsaydı bu, mutlaka kaynaklarda zikredilirdi. Böyle bir bilginin bu güne kadar gelmemiş olması, sahâbe arasında hissî mucizeler hakkında bir ihtilâfın bulunmadığını göstermektedir. Ayrıca bu tespitler sahâbeden sonra gelen tâbiîn nesli için de aynen geçerlidir.
Aslında problem, İslâm dini hakkındaki bilgilerin kaynağının kitap ve sünnet verileri olarak kabul edilip edilmemesidir, denilebilir. Hemen tamamı âhâd tarîkle gelen sünnetin, itikâdî konular dışında ilim ifade eden bir delil teşkil ettiği, genel kabul görmüş bir anlayıştır. Hatta Ahmed b. Hanbel gibi bazı önemli âlimler haber-i vâhidin kabûlünde itikâdî ve itikâdî olmayan ayırımı yapılmasına da katılmamaktadırlar. İnsan hayatının gerçekleri göz önüne alındığında âhâd haberlerin, eğer güvenilir kimselerden gelmişse, kabul edilmesi bir bakıma zorunluluktur. Şayet böyle olmasaydı, hiç kimsenin kimseye güvenmediği bir ortamda, bir arada yaşama olgusunun gerçekleşmesi mümkün olmazdı.
Hz. Peygamber’in hissî mucizeleriyle ilgili rivâyetleri âhâd haberler diyerek kabul etmeyenlere, belki de en çarpıcı bir misâl olarak vedâ haccında Hz. Peygamber’in îrâd ettiği “vedâ hutbesi” verilebilir. M. Hamîdullah’ın hesaplamalarına göre bu hutbeyi yaklaşık yüz kırk bin insan dinlemiştir.[98] Mucizelerle alakalı ileri sürülen gerekçeyi bu hutbeye uyguladığımızda, hiç olmazsa yüz kişinin üzerinde dinleyiciden bu hutbenin rivâyet edilmesi gerekirdi. Ne var ki, hutbenin tamamı da değil, en meşhur bazı cümlelerinin bile bu sayıda kişi tarafından rivâyet edildiği görülmemektedir. Meselâ bu hutbede Allah Rasûlü’nün “Burada bulunanlar bulunmayanlara (bu sözlerimi) bildirsinler” buyruğu on küsur sahâbîden rivâyet edilmiştir. İbn Mende Mustahrec’inde bunu on sekiz sahâbîden rivâyet etmiştir.[99] Görüldüğü gibi, bu hutbenin sahâbî râvîleri yirmiyi bile bulmamaktadır. O halde, aynı gerekçeyle Hz. Peygamber’in bu hutbesi de kabul edilmeyecek midir? Bu soruya müspet cevap vermek mümkün değildir. Zira bu hutbenin rivâyet şekli de tıpkı mucize rivâyetlerinde olduğu gibi, tasnif dönemindeki kaynaklara, tabiî bir süreçle tespit edilerek geçmiştir. Dolayısıyla vedâ haccında, bu hutbenin Rasûlullah (s.a.) tarafından îrâd edilmediğini savunmak ne derece yersiz iddia ise, onun hiç hissî mucizesinin olmadığını savunmak da mesnetsiz bir iddiadır.
be) Târihî Süreçte Hissî Mucizeleri İnkâr Fikri
Hissî mucizeleri inkar fikrinin târihî perspektifte izleri sürülürse mutezileye kadar geri gidilebilir. Burada, İslâm dünyasında dehrî/materyalist düşüncenin temsilcileri olarak kabul edilen İbnü’r-Râvendî ve Ebû Bekr Zekeriyâ er-Râzî gibileri mucizeyi reddedenler kategorisine sokmak yersizdir. Çünkü bu tabiatçı filozofların, zaten peygamberlik müessesesini kabul etmediklerine ve bu akımın temsilcisi Berâhime’nin fikirlerini savunduklarına birinci bölümde temas edilmişti.[100] Mesele mutezile içinde ele alındığında hissî mucizelere karşı en açık tavır koyan, belki de Nazzâm’dır. Onun fikirlerini, objektif yansıtmama ihtimaline binâen, sünnî kaynakların tarafgir verebileceği düşünülse de, mutezilî kaynakların da teyit ettiği şekilde Nazzâm’ın Hz. Peygamber’in hiç bir hissî mucizesini kabul etmediği anlaşılmaktadır.[101] Bağdâdî, Nazzâm’ın Hz. Peygamber’in mucizelerini reddetmesini, aslında onun nübüvvetini kabul etmemeye bir vesile olsun diye yaptığını söyler. Yani gerçek amacın, Allah Rasûlü’nün peygamberliğini benimsememek olduğunu söyler.[102] Bu nedenle mutezile âlimlerinden Ebu’l-Huzeyl, Cübbâî, İskâfî, Esvârî, İbn Hâbıt, Fadl el-Hadesî ve Câhız, Nazzâm’ı şiddetle eleştirmiş ve hatta bu âlimlerden ilk üçü onu, bazı konulardaki fikirleri nedeniyle tekfîr etmiştir.[103] Mutezilenin muahhar dönem temsilcilerinin en meşhuru Kâdî Abdülcebbâr da, hissî mucizelere ilişkin fikirlerinde Nazzâm’ın yanlış (galat) yaptığını ifade eder.[104]
Diğer bir mutezilî âlim Hişâm el-Fûtî’nin ise, hissî mucizeler konusunda daha farklı bir yaklaşımının olduğu görülmektedir. O, Hz. Peygamber’in hissî mucizelerinin mutlak olarak gerçekliğini değil, bunların nübüvvete delâletini kabul etmemektedir. Dikkat edilirse bu, bizâtihî mucizenin varlığını inkar olmayıp, onun peygamberliğin ispatı için bir kanıt teşkil etmeyeceği düşüncesidir. Hişâm el-Fûtî, bu fikrini araz cevher tartışmalarına dayandırmakta ve arazlardan herhangi bir şeyin Allah’ın varlığına delâlet etmeyeceği görüşünden hareketle oluşturmaktadır.[105] Muhtemelen ilk defa Hişâm’ın ortaya attığı, hissî mucizelerin nübüvvetin delili olamayacağı fikri, sonraki asırlarda bazı muhataplar bulmuştur. Sözgelimi, kelâmla felsefeyi mezc eden ekolün en önemli sîmâsı İbn Rüşd bunlardan birisidir.[106] Yakın dönemde Reşid Rızâ’nın da aynı fikri benimsediği müşâhede edilir.[107] Açıktır ki, bu anlayış Hz. Peygamber’in hissî mucizelerinin varlığını değil, bunların gerçek anlamda nübüvvetinin delili olmadığını savunmaktadır. Dolayısıyla hissî mucizenin kendisini kabul etmemek başka, peygamberlikte ispat olarak kullanılmaması başka şeydir. Bu nedenle son iki asıra gelinceye kadar, İslâm dünyasında mutlak manada Rasûlullah (s.a.)’in hissî mucizelerini reddedenlerin, belki bir iki istisna dışında, olmadığı söylenebilir. Konunun başında kısmen temas edildiği gibi, hissî mucizeleri inkar edenlerin, özellikle ikinci dünya savaşına kadar tüm dünyayı etkisi altına alan pozitivist akımdan etkilendikleri görülmektedir. Her ne kadar, İslâm düşüncesi tarihinde bu fikir çok az rağbet görse de, târihî köklerini Nazzâm’a dayandırmak mümkündür.

2. Hadislerde Hissî Mucize Örnekleri

Hâlen güncelliğini koruyan bir konu olması ve üzerinde ciddi anlamda derinlemesine değerlendirme araştırması yapılmaması sebebiyle; aynı zamanda, Hz. Peygamber’in hissî/maddî mucizeleriyle ilgili tartışmalara doyurucu olabileceği düşünülen bir katkı sağlaması maksadıyla, bu mevzu hakkında detaylı bir şekilde bilgi verilmeye gayret edilmiştir. Zira hissî mucize tartışmaları konusunda bir fikir edinilmeden Rasûlullah (s.a.)’in hissî mucizelerinden örnekler vermek doğru bir yaklaşım olmazdı. Şimdi Hz. Peygamber’in hissî mucizelerinden bazı misâller vermeye geçebiliriz.
a) Hurma Kütüğünün İnlemesi
Hurma kütüğünün inlemesi olayı Rasûlullah (s.a.)’in en meşhur hissî mucizelerinden birisidir. Konuyla ilgili Buhârî’nin tahrîc ettiği Câbir b. Abdullah rivâyeti şöyledir: “Mescid-i nebevî’nin tavanı hurma ağaçlarının gövdeleri üzerine kurulmuştu. Peygamber (s.a.) hutbe okuyacağı zaman o kütüklerden birisine dayanırdı. Kendisine bir minber yapılınca hutbesini okumak için onun üzerine çıktı. Tam bu sırada, önceden dayanarak hutbe okuduğu hurma kütüğünden gebe devenin iniltisine benzer bir ses işittik. Bunun üzerine Nebî (s.a.) hurma kütüğünün yanına gelip elini onun üstüne koyunca kütük sustu”.[108] Yine aynı sahâbînin başka bir rivâyetinde, Ensâr’dan bir kadın yâhut adamın Hz. Peygamber’e üzerinde hutbe okuması için minber yapma teklifinde bulunduğu, Rasûlullah (s.a.)’in de “Siz bilirsiniz” buyurarak bu teklifi olumlu karşıladığı bildirilmektedir. Minber yapıldıktan sonra bir Cuma günü Allah Rasûlü hutbe okumak için onun üzerine çıkınca, hurma kütüğünden çocuğun ağlaması gibi bir feryâd işitildi. Rasûlullah (s.a.) minberden indi ve kütüğü kucakladı. O sırada kütük, sakinleştirilen çocuk gibi, duruncaya dek hafif hafif inledi. Hz. Peygamber şöyle buyurdu: “O, yanında edildiğini işittiği Allah’ın zikrinden dolayı ağladı”.[109]
İkinci rivâyette Hz. Peygamber’e bu teklifi yapanın Ensâr’dan bir kadın veya adam olduğu belirtilmiştir. İbn Ebû Şeybe ve Ahmed b. Hanbel’in rivâyetlerinden anlaşıldığı kadarıyla bu teklifi bir kadın, marangoz kölesi adına yapmıştır. Belki bu teklif yapılırken kadının kölesi de orada bulunuyor olabilir, fakat Hz. Peygamber’le konuşanın kadının kendisi olduğu anlaşılmaktadır. Ancak Übey b. Ka‘b’ın rivâyetinde teklifi yapanın adam (veya adamlar) olduğu belirtilmiştir.[110] Muhtemelen bu adam, söz konusu kadının kölesi olan adamdır ve aynı öneriyi tekrarlamıştır. Bunun yanısıra, minberi yapan kimse olarak birden fazla şahsın ismi verilmektedir. Rivâyetlerde ise, o dönemde Medîne’de sadece bir marangozun bulunduğunu öğrenmekteyiz. Buna göre, minberi yapanlar olarak zikredilen sekiz kadar şahıstan biri usta diğerleri onun yardımcısıydılar. Diğer taraftan en makbûl rivâyete göre, bu usta Meymûn isimli bir sahâbiydi.[111] Ayrıca ikinci rivâyetin sonundaki ifadelerden, hurma kütüğünün Hz. Peygamber’in kendisine dayanarak hutbe okumayı bırakması sebebiyle ağladığı anlaşılmaktadır. Zira, Allah Rasûlü hutbe esnasında insanlara konuşurken sık sık Allah’ı anıyordu. Hurma kütüğü, kendisine dayanılarak yapılan Allah’ın zikrinden ve Hz. Peygamber’den mahrum kaldığı için ağlamaya başlamıştır. Konuşan bir canlı gibi tavır göstererek hurma kütüğünün ağlamaya başlaması ve orada bulunan herkesin bunu kulaklarıyla işitmesi Rasûlullah (s.a.)’in açık mucizelerinden sayılmıştır.[112]
Hurma kütüğünün ağlarken nasıl bir ses çıkardığı çeşitli rivâyetlerde muhtelif şekillerde anlatılmıştır. Herhangi bir benzetme yapılmaksızın sadece bir inilti sesi çıkardığı,[113] yukarıda verilen hadislerde görüldüğü şekilde çocuk ağlaması veya gebe devenin iniltisi gibi inlediği,[114] öküzün böğürmesi benzeri çatlayıp parçalanıncaya kadar böğürdüğü[115] gibi ifadeler,[116] kütüğün ağlarken çıkardığı seslerin, bunu işiten sahâbîler tarafından yapılan benzetmeleridir.[117] Çünkü, insanlar kendi gördüklerini görmeyenlere anlatırken, onu, zihinlerde aynen canlandırıp tecessüm ettirebilmek için, bir takım benzetmelerle ifade etmeye çalışırlar. Bu ise, başlı başına bir sanattır. Mamâfih, tasvir ve benzetmelerdeki ifade farklılıkları, anlatanların ifade gücünden kaynaklandığı kadar, dinleyenlerin kültür seviyesi, görgüsü ve yaşadığı çevrenin şartlarından da kaynaklanmaktadır.[118] Demek ki, her sahâbî duyduğunu kendi anladığı şekilde tasvir ederek ifade etmiştir. Bütün bu rivâyetlerin birleştiği ortak husus, söz konusu kütükten, Allah Rasûlü’nden ayrılmanın verdiği ızdırapla tekrar ona kavuşmayı isteyen, arzu ve iştiyâk belirtisi alışılmadık bir sesin çıktığıdır. Bu ses kuru bir kütüğün Hz. Peygamber’e olan iştiyâkının bir belirtisiydi ve orada bulunan sahâbîler vücut kulaklarıyla onu işitmişlerdi.[119] Tâbiîn neslinin büyük şahsiyeti Hasen el-Basrî bu hadisi rivâyet ederken ağlar ve şöyle derdi: “Ey Allah’ın kulları! Bu kütük, Peygamber (s.a.)’in Allah’ın nezdindeki şerefli mevkii nedeniyle, ona olan iştiyâkından dolayı inliyor. Oysa sizler, Allah Rasûlü’yle buluşmayı arzulamaya daha lâyıksınız”.[120]
Bu hadisin bazı rivâyetlerinde Rasûlullah (s.a.)’in, kütüğü kucakladıktan sonra onun susması üzerine “Şâyet onu kucaklamamış olsaydım, kıyâmet gününe kadar inleyecekti”[121] buyurduğu geçmektedir. Bunların yanında sened açısından zayıf bir hadiste şöyle bir ilave bulunmaktadır: Peygamber (s.a.) kütüğe şunları söyledi: “İstersen, seni önceden bittiğin yere dikeyim de eski halini al! İstersen seni cennete dikeyim de onun nehirlerinden ve pınarlarından iç! Bu sayede güzelce gelişerek yetiş, meyve ver de oradaki Allah dostları meyvenden ve hurmandan yesinler”. Rasûlullah (s.a.)’e kütüğün hangisini tercih ettiği sorulunca, “Onu cennete dikmemi seçti” buyurdu.[122]
Hurma kütüğünün inlemesine ilişkin hadisler sahâbeden Abdullah b. Ömer, Büreyde b. Husayb, Câbir b. Abdullah, Übey b. Ka‘b, Ebû Sa‘îd el-Hudrî, Abdullah b. Abbâs, Enes b. Mâlik, Sehl b. Sa‘d, Hz. Âişe, Hz. Ümmü Seleme ve el-Muttalib b. Ebu’l-Vedâ‘a olmak üzere on bir kişiden rivâyet edilmiştir.[123] Hâsılı senedindeki râvîlerin çokluğu nedeniyle bu hadis, kendisi hakkında görüş beyan eden âlimler tarafından mânen mütevâtir veya kesin ilim ifade eden müstefîz hadis derecesinde görülmüştür.[124] Burada özetlenmeye çalışılan tüm bu rivâyetler söz konusu olayın bir hakikat olduğunu göstermektedir.[125]
b) Suların Çoğalması
Allah Teâlâ’nın inananlara bir lütuf olarak peygamberi eliyle bahşettiği mucizelerden birisi de az suyun çoğalmasıdır. Konuyla ilgili çeşitli rivâyetlerde anlatıldığı şekliyle bu, öyle bir çoğalmadır ki, bazan bir avuç suyun mucize eseri çoğalmasıyla bin beş yüz kişi ondan kana kana içmiş ve kırbalarını doldurmuşlardır. Meselâ Hudeybiye günü gerçekleşen hâdise bunlardan birisidir. Burada bulunanların sularının tükenmesi üzerine, Allah Rasûlü (s.a.) elini az bir suyun bulunduğu kabın içine koymuş ve su parmaklarının arasından pınarlar gibi kaynamaya başlamış. Herkes bu sudan kana kana içip abdestlerini almışlar. Bu hadisi Câbir b. Abdullah’dan rivâyet eden Sâlim b. Ebu’l-Ca‘d, orada kaç kişiydiniz, diye sorunca Câbir (r.a.) bin beş yüz kişi olduklarını söyleyip, bu suyun ne derece fazla çoğaldığını anlatmak için şöyle demiştir: “Eğer biz, yüz bin kişi olsaydık bu su yine yeterdi”.[126]
Arabistan topraklarında en nâdir bulunan şey sudur. Hiç bir teknolojinin olmadığı o dönemin şartları göz önünde bulundurulursa, bırakın binleri sayısı yüzlere ulaşan toplulukların bile, günlerce süren ıssız çöllerde suya ne kadar ihtiyaç hissedecekleri izâhtan vârestedir. Hatta bir çok orduyu, bu memleketi istilâdan alıkoyan en mühim sebep, bölgedeki suyun kıtlığıdır. Bundan dolayı Yunanlılar, Romalılar, İranlılar bu çöllerden müteşekkil memleketi fetih ve istilâ edememişlerdi. Muhtemelen İslâm ordusu da bu tür ilâhî yardıma mazhar olmasa bu bölgeyi fethedemezdi.[127] Hz. Peygamber’in az suyu çoğaltmasına ilişkin mucizelerinin, genellikle çıkılan toplu seferlerde karşılaşılan su sıkıntısının giderilmesi için meydana gelmesi bu görüşü güçlendirmektedir. Sözgelimi bu seferlerin birisinde ashâb susuz kalmış ve Hz. Peygamber İmrân b. Husayn’ı su aramak için göndermişti. İmrân yolda, devesine iki büyük su kırbası yüklemiş bir kadına rastlayınca ona “Su nerede” diye sordu. Kadın bu civarda suyun bulunmadığını; en yakın suyun bir gün ve bir gece yürüme mesâfesinde olduğunu söyledi. Bunun üzerine İmrân ve yanındakiler kadını alıp Rasûlullah (s.a.)’e getirmişler, o da, kadının kırbalarını meshedip oradakilerden bu sudan içmelerini ve kaplarını doldurmalarını istemişti. Kırk kişi kana kana içmesine ve su tulumlarını doldurmasına rağmen bu sudan hiçbir şey eksilmemişti.[128] Bu rivâyet, Hz. Peygamber’in suları çoğaltmasına ilişkin bir mucizesini anlatması açısından önemli olduğu kadar, o bölgede suyun ne kadar az bulunduğunu göstermesi açısından da çok önemlidir. Zira, kadının ifadelerinden anlaşıldığı gibi, sahâbînin bulunduğu yere en yakın su, günümüz anlatımıyla yirmi dört saatlik bir mesâfedeydi.
Hz. Peygamber’in suyun çoğalmasıyla ilgili mucizesinin, sefer dışında da gerçekleştiği bazı rivâyetlerde müşahede edilmektedir. Meselâ Enes b. Mâlik’in bir rivâyetinde, bu mucizelerden birisi, Medîne’nin pazar yeri olan Zevrâ’da[129] meydana gelmiştir. Getirilen bir kap suya Hz. Peygamber elini sokunca hemen parmakları arasından su kaynamaya başlamıştır. Orada bulunan yaklaşık üç yüz kişi bu suyla abdest alıp ihtiyaçlarını gidermişlerdir.[130]
Rasûlullah (s.a.)’in bu nevi mucizelerinde, olayın, mutlaka var olan azıcık su üzerinde gerçekleşmesi dikkat çekicidir. Rivâyetlerde ortada hiç su yok iken, böyle bir mucizenin gerçekleştiği tespit edilememiştir. Nitekim İbn Hacer de bu hususa dikkat çekerek şöyle der: “Allah Rasûlü’nün bu gibi yerlerde artık su istemesinin hikmeti, suyu yaratanın kendisi olduğu zannedilmemesi içindir”.[131] Yukarıda hissi mucize tartışmalarını değerlendirirken vurgulandığı gibi, Hz. Peygamber bu tür mucizelerini gösterirken, kendisine bir ilâh payesi verilmemesi ve tevhîd inancının sarsılmaması için, devamlı surette gerçek yaratıcının Allah olduğunu hatırlatan söz ve fiillerde bulunmuştur. Rasûlullah (s.a.) bunu, çoğu kere söz konusu mucizelerin öncesinde Allah Teâlâ’ya dua ederek gösterirdi. Öte yandan İbn Hacer suların çoğalması hâdisesinin mucizeliğini şu şekilde açıklar: “Allah bu dünyada ekseriya birbirinden üreme (tevâlüd) âdetini koymuştur. Bazı maddelerde birbirinden üreme meydana gelir, bazılarında gelmez. Bazı sıvıların mayalanarak bir süre öylece bırakıldıklarında, onların kabarıp taşmasını gözlemlememiz, bu üreme türüne bir örnektir. Fakat mahzâ suda bu durum hiç görülmemiştir. Bu nedenle Hz. Peygamber’in parmakları arasında görülen suyun kaynaması mucizesi gerçekten çok belirgin olmuştur”.[132]
Allah Rasûlü’nün, parmaklarından kaynaması şeklinde meydana gelen suyun çoğalması mucizesinin yanısıra, bazan da kurumaya yüz tutmuş kuyuların suyunun yeniden çoğalması mucizesi gerçekleşmiştir. Meselâ bu rivâyetlerin birisi, suyu çekilmiş Hudeybiye kuyusuyla alâkalıdır. Hz. Peygamber aldığı bir yudum suyu ağzında çalkalayarak kuyuya püskürtmüş, kısa bir müddet sonra kuyu tamamen suyla dolmuştur.[133] Ayrıca ince bir şerit gibi azıcık akan Tebûk pınarının suyu da, Hz. Peygamber’in mucizesiyle şarıl şarıl akmaya başlamıştır.[134] Medîne pazarında, Hudeybiye’de, Tebûk seferinde ve Buvât gazvesinde meydana gelen bu mucizeler Hz. Peygamber’in Allah’ın izniyle azıcık suları nasıl çoğalttığını göstermektedir.[135] Kaynaklarda bazısı aynı olayı anlatan farklı senedlerle gelmiş, bazısı da değişik hâdiseleri anlatan pek çok hadis vardır.[136]
c) Yemeğin Bereketlenmesi
Yemeğin bereketlenmesi mucizesi de suların çoğalması gibi, müslümanların gerçekten büyük sıkıntı çektikleri darlık zamanlarında meydana gelen Allah’ın lütuflarındandır. Hendek savaşı esnasında meydana gelen bir olay, bu konunun en açık örneklerinden birisidir. Bu savaş esnasında müslümanlar, müşriklerin Medîne’yi kuşatması ve hendek kazarak uzun süre direnmek zorunda kalmaları nedeniyle ciddi yiyecek sıkıntısı çekmişlerdir. Aynı zamanda bu yılın, kıtlık senesi olduğu kaynaklarda geçmektedir.[137] Herkes gibi açlıktan bîtap düşmüş olan Hz. Peygamber’in bu haline dayanamayan Câbir b. Abdullah, evinde son olarak kalan biraz arpa unu ve bir oğlağı pişirerek, ona ve daha bir kaç kişiye yemek vermek istemişti. Yemeğin az olmasından ötürü, diğer sahâbîlerin duymaması için sessizce Allah Rasûlü’nü davet etti. Hz. Peygamber yemeğin miktarını öğrendikten sonra bütün Hendek ehline daveti duyurdu ve Câbir’e şunu tembihledi: “Ben gelinceye dek, çömleği ateşten indirmeyin ve ekmeği fırından çıkarmayın”. Rasûlullah (s.a.) eve gelince arpa hamuruna ve çömlekteki ete bereket duası yaptı. Câbir’in hanımına da, ekmeği beraber pişirmeleri için yanına bir kadın çağırmasını ve yemek servisini çömleği ateşten indirmeden yapmalarını söyledi. Tam bin kişi[138] münâvebeli olarak bu yemekten yemelerine karşın, ne ekmekten, ne de çömlekteki yemekten hiç bir şey eksilmemişti.[139]
Gerçekten de bu savaşta müslümanlar çok büyük yokluk ve sıkıntı çekmişler, bölgedeki bütün müşriklerin aleyhlerine birleşmeleri sonucu ciddi bir tehlike ile karşı karşıya kalmışlardı. Kur’ân-ı Kerîm’de bu sıkıntı ve dehşet anları şöyle anlatılır: “O vakit onlar size yukarınızdan ve aşağınızdan gelmişlerdi. Gözler yılmış, yürekler ağızlara gelmişti ve siz Allah’a karşı türlü türlü zanlarda bulunuyordunuz. İşte orada, inananlar denenmiş ve çok şiddetli sarsıntıya uğratılmışlardı.[140] Bu âyetin de işâret ettiği söz konusu dehşetli sıkıntı anında Rasûlullah (s.a.)’in müslümanlara gösterdiği bu mucize, şüphesiz onlar için büyük bir moral kaynağı olmuştu. Sadece moral vermekle kalmayıp, aynı zamanda onların karınları doymakla maddî bakımdan da bir rahatlama sağlamıştı. Bir anlamda bu bereket, sadâkat ve metânet sınavını başarıyla vermekte olan müminlere bir mükâfat olmalıdır.
Yukarıdaki hadisenin bir benzeri de Ebû Talhâ’nın Rasûlullah (s.a.)’i yemeğe davet etmesi üzerine gerçekleşmiştir. Hz. Peygamber yine, ancak bir kaç kişiye yetebilecek bir miktar arpa ekmeğini doğratıp, Ebû Talhâ’nın hanımı Ümmü Süleym’e üzerine katık olarak yağ dökmesini söyledi. Sonra bu yemeğe bereket duası yaptı ve sahâbîlerin onar kişilik guruplar halinde sofraya gelerek yemelerini buyurdu. Yetmiş veya seksen kişilik bir cemaat bu yemekten yiyerek doydular.[141] Bu olay da Hendek muhârebesi esnasında meydana gelmiştir.[142] Öte yandan Tebûk gazvesi sırasında gerçekleşen bir mucize de kısaca şöyledir: Bu gazvede sahâbîlerin yiyecekleri tükenmiş ve açlıktan dayanamayacak vaziyete gelince, develerini kesip yemek için Hz. Peygamber’den izin istemişlerdi. Hz. Ömer binilecek hayvan kalmayacağı gerekçesiyle buna itiraz etti ve Rasûlullah (s.a.)’den kalan yiyeceklere bereket duası yapmasını istirhâm etti. Hz. Peygamber de bu öneriyi daha makul buldu ve ashâba yanlarında yiyecek cinsinden ne kaldıysa getirmelerini söyledi. Yere bir yaygı serildi ve sahâbîler ellerinde çok az kalan son yiyeceklerden birer avuç; mısır, hurma, buğday ne varsa getirip üzerine döktüler. Hz. Peygamber’in yaptığı bereket duasından sonra herkes kaplarını yaygıdan aldıkları yiyeceklerle doldurdular. Geriye bir miktar daha yiyecek kalmıştı.[143]
Hz. Peygamber, kalabalık gurupların ihtiyaçlarını gideren böyle yemeğin bereketlenmesi türden mucizeler gösterdiği gibi, bazan da fert bazında sahâbîlerinin sorunlarına çözümler getirmiştir. Sözgelimi, Uhud savaşında şehid düşen Câbir b. Abdullah’ın babası Abdullah b. ‘Amr b. Harâm, arkasında yüklü miktarda hurma borcu bırakmıştı. Alacaklılar Câbir’i sıkıştırınca, o da Rasûlullah (s.a.)’den yardım istedi. Allah Rasûlü alacaklılardan borçların biraz tehirini istedi, ancak bunların arasında olan bir yahûdî kabul etmedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber Câbir’e, gerçek olarak tartıldığında çok az ve belki de bir alacaklının bile alacağını karşılamayacak olan hurmalardan tartarak borçlarını ödemesini söyledi. Câbir (r.a.) bu acve cinsi hurmadan tartıp tartıp borçlarının tamamını ödediği gibi, geriye bir hayli de hurma kalmıştı.[144]
Bu konuyla ilgili olarak Hz. Peygamber’in, Mescid-i nebevî’nin misafirleri sayılan fakir ve âilesiz Suffe ehlini bazan biraz arpa ekmeği bazan da bir bardak sütle doyurduğuna ilişkin başka rivâyetler de vardır.[145] Yemeğin bereketlenmesine dair rivâyetlerde de genel olarak bazı hususlar dikkati çekmektedir. Bunda da suyun çoğalmasında olduğu gibi, mutlaka, birazcık da olsa, mevcut yiyecekler üzerine dua edilmektedir. Allah’a mahsus olan yoktan var etme çağrışımı yapmaması için, benzer rivâyetler hep bu şekildedir. Diğer taraftan, bereket duası yapılan yiyeceğin tamamen bitirilmemesi ve ne kadar kaldığına dair ölçümler yapılmaması mucizenin devamını sağlamakta, aksi takdirde bereket sona ermektedir. Yani mucizenin devam edebilmesi için tükenme endişesi taşımamak veya acaba ne kadar kaldı gibi merak içerisinde olmadan tam bir teslimiyet göstermek gerekmektedir. Böyle davranılmadığı veya maddî ölçülerle düşünüldüğünde, ifade yerindeyse, tılsım bozulmakta ve bereket mucizesi sona ermektedir.[146]




[1]        Bk. el-Bakara (2), 60, 87, 253; el-Hadîd (57), 25.
[2]        Msl. bk. el-Bakara (2), 118; Âl-i İmrân (3), 49-50; Tâhâ (20), 22; en-Nâzi‘ât (79), 20-21.
[3]        Msl. bk. el-Bakara (2), 92, 213, 253; el-İsrâ (17), 101; Fâtır (35), 25; el-Mü’min (40), 34.
[4]        el-Kasas (28), 32
[5]        Tafsilât için bk. Sinanoğlu, Kitâb-ı Mukaddes ve Kur’ân-ı Kerîm’de Nübüvvet, s. 362-364.
[6]        Bk. Buhârî, Fedâilü’l-Kur’ân 1; İ‘tisâm 1; Menakıb 27; Menâkıbü’l-ensâr 36; Tefsîr 54/1; Müslim, Îmân 239; Münâfıkîn 46; İbn Mâce, Fiten 23; Ahmed b. Hanbel, II, 341, 451; III, 113, 165; Dârimî, Mukaddime 4; İbn Ebû Şeybe, el-Musannef, VII, 430; Beyhakî, Delâil, II, 154.
[7]        Sâbûnî, el-Bidâye, s. 46.
[8]        Aydınlı, Sünen-i Dârimî, I, 98-99.
[9]        Karadeniz, Mu‘cize Problemi, s. 28.
[10]       Kuşeyrî, Kuşeyrî Risâlesi, s. 531-532 (nâşirin dipnotu).
[11]       Hamîdullah, “Mucize, Kerâmet ve İstidrâc”, s. 12. M. Hamîdullah bu bilgiyi kendisine, o an (konferans verirken) ismini hatırlayamadığı Pakistanlı bir âlimin, İstanbul Edebiyat Fakültesi İslâm Araştırmaları Enstitüsü kütüphanesinde bulunan bir kelâm eserinden naklettiğini ifade eder.
[12]       Bk. Abduh, Risâletü’t-tevhîd, s. 70; Şiblî, Asr-ı Saadet, II, 194vd.; Karadeniz, Mu‘cize Problemi, s. 55-84.
[13]       Miras, Tecrîd Tercemesi, IX, 289.
[14]       Râzî, en-Nübüvvât, s. 11-16 (nâşirin mukaddimesi); Derveze, Hz. Muhammed’in Hayatı, II, 258 vd. Hanefî, İslâmî İlimlere Giriş, s. 86; Akbulut, Nübüvvet Meselesi, s. 28, 31.
[15]       el-En‘âm (6), 35.
[16]       el-En‘âm (6), 37; krş. Yûnus (10), 20; er-Ra‘d (13), 7, 27; el-Ankebût (29), 50.
[17]       el-Enbiyâ (21), 5-6.
[18]       eş-Şuarâ (26), 2-3.
[19]       el-Kasas (28), 48-49.
[20]       el-İsrâ (17), 59
[21]       el-Ankebût (29), 48, 50-51.
[22]       el-İsrâ (17), 90-93
[23]       el-En‘âm (6), 109.
[24]       Heykel, Hz. Muhammed, s. 58.
[25]       Hanefî, İslâmî İlimlere Giriş, s. 87
[26]       Meselâ müsteşriklerden Dozy, Devenport ve Guillaume’ın benzer görüşleri için bk. Karadeniz, Mu‘cize Problemi, s. 162; Parlakışık, Oryantalizmin Soruları, s. 15.
[27]       İslâm dünyasında başlayan değişim ve Batılılaşmanın ilme yansımaları için bk. Özervarlı, Kelâmda Yenilik Arayışları, s. 27-43.
[28]       Reşid Rıza, el-Vahyü’l-Muhammedî, s. 72.
[29]       Bk. İbn Kammûna, Examination of The Inquiries In To The Three Faiths, s. 88, 91-94 (İbn Kammûna eserine bir isim vermediği için, burada editörün neşre verdiği İngilizce başlık alınmıştır).
[30]       Bk. el-Hicr (15), 14-15; el-En‘âm (6), 7.
[31]       Bk. el-İsrâ (17), 90-93.
[32]       Bu mucizelerden çok az bir kısmını bazan müslümanlarla birlikte müşriklerin de gördüğü olmuştur. Fakat bu yerlerde, müşriklerin Hz. Peygamberden mucize talebi söz konusu değildir. Sözgelimi bir seferde susuz kalan ashâbın, yoldan geçen bir kadının devesinin su dolu kırbalarına el koyması ve bu suyu Hz. Peygamber’in mucize olarak çoğaltmasını kadının görmesi buna bir örnektir. Hz. Peygamber kadının suyunu hiç eksiltmeden, ashâbtan topladığı hediye yiyeceklerle birlikte kendisine geri vermiştir (bk. Buhârî, Menâkıb 25 (IV, 168-169); Beyhakî, Delâil, VI, 130-131.
[33]       Bu konuda bir fikir edinebilmek için Buhârî, Menâkıb 25’deki hadislerin taranması bile yeterlidir. Burada zikredilen yemeğin bereketlenmesi ve suyun çoğalmasına dair rivâyetlerin tamamı Medîne dönemindedir.
[34]       Derveze, Hz. Muhammed’in Hayatı, II, 260
[35]       Buhârî, Menâkıb 27; Menâkıbü’l-ensâr 36; Tefsîr 54/1; Müslim, Münâfıkîn 46; Tirmizî, Tefsîr 54/2; Ahmed b. Hanbel, III, 165.
[36]       Bk. Tâhâ (20), 60-71; krş. Eski Ahid, Çıkış 4-11. bâblar. Mucize taleplerini reddeden âyetlerin arkasından genellikle önceki ümmetlerden misâller verilmiştir.
[37]       Meselâ Hz. Îsâ’nın Ferisîlerin mucize isteklerini kabul etmeyişi; buna karşın şakirtlerine talep olmaksızın mucize göstermesi hakkında bk. Matta 16/1-5; 15/32-39.
[38]       Bk. Matta 12/38-39; Markos 8/11-12; Luka 11/16-17.
[39]       Luka 11/29.
[40]       Bk. el-Mâide (5), 112-115; krş. Mevdûdî, Tefhîm, I, 524.
[41]       Buhârî, Menâkıb 25 (IV, 171); Tirmizî Menâkıb 6 (“Bereket semâdandır” lafzıyla); Nesâî, Tahâret 61; Ahmed b. Hanbel, I, 460; İbn Ebû Şeybe, el-Musannef, VII, 428; Firyâbî, Delâil, s. 68; İbn Belbân, el-İhsân, XIV, 478; Ebû Nuaym, Delâil, II, 521; Beyhakî, Delâil, IV, 129.
[42]       İbn Hacer, Fethu’l-bârî, VI, 592.
[43]       İbn Ebû Şeybe, el-Musannef, VII, 437; Ebû Nuaym, Delâil, II, 717; Heysemî, Mecma‘u’z-zevâid, VIII, 309; Suyûtî, el-Hasâis, II, 247.
[44]       Sırasıyla bk. İbn Ebû Şeybe, el-Musannef, VII, 435, 436.
[45]       Tirmizî Menâkıb 5; Dârimî, Mukaddime 9; İbn Ebû Şeybe, el-Musannef, VII, 424; Ahmed b. Hanbel, V, 12, 18; Firyâbî, Delâil, s. 46; Hâkim, el-Müstedrek, II, 618; Ebû Nuaym, Delâil, II, 551; Beyhakî, Delâil, VI, 93.
[46]       Msl. bk. el-Muvatta’, Sıfatü’n-nebî 19.
[47]       Bk. el-İsrâ (17), 59.
[48]       Buhârî, Menâkıb 25 (IV, 171); Tirmizî, Menâkıb 6 (“Sizler mucizeleri azab sayıyorsunuz” ifadesiyle); Ahmed b. Hanbel, I, 460; Dârimî, Mukaddime 5.
[49]       Krş. İbn Hacer, Fethu’l-bârî, VI, 591
[50]       el-İsrâ (17), 59.
[51]       Ahmed b. Hanbel, I, 258; Beyhakî, Delâil, II, 271-272.
[52]       Ahmed b. Hanbel, I, 242, 345; Hâkim, el-Müstedrek, I, 53-54; Beyhakî, Delâil, II, 272-273.
[53]       Beyhakî, Delâil, II, 273.
[54]       Ahmed b. Hanbel, III, 396; İbn Belbân, el-İhsân, XIV, 77; Hâkim, el-Müstedrek, II, 340-341.
[55]       Bk. Müslim, Îmân 44, 45. Bu iki hadise Dârekutnî’nin yönelttiği tenkit ve buna verilen cevaplar için bk. Davudoğlu, Müslim Şerhi, I, 211-213.
[56]       Bk. el-Enbiyâ (21), 107.
[57]       Buhârî, Fedâilü’l-Kur’ân 1; İ‘tisâm 1; Müslim, Îmân 239; Ahmed b. Hanbel, II, 341, 451.
[58]       Bk. Bu tezin “Kur’ân Mucizesi” bölümü.
[59]       el-En‘âm (6), 7.
[60]       Bk. el-En‘âm (6), 8.
[61]       Bk. İbn Hişâm, es-Sîra, I, 236.
[62]       Ertuğrul, Hakikat Nurları, s. 448, 450.
[63]       el-Kamer (54), 1-3.
[64]       Bk. el-Mâide (5), 110; el-En‘âm (6), 7; Tâhâ (20), 71; en-Neml (27), 13.
[65]       Bk. Yûnus (10), 2; Sâd (38), 4; ez-Zâriyât (51), 52.
[66]       Aydınlı, Sünen-i Dârimî, I, 99.
[67]       Bk. en-Nahl (16), 1; el-Enbiyâ (21), 1.
[68]       Şiblî, Asr-ı Saadet, III, 38; Mevdûdî, Tefhîm, VI, 46.
[69]       Ateş, Çağdaş Tefsir, IX, 153-154.
[70]       el-Kamer (54), 43.
[71]       Bk. Buhârî, Menâkıb 27; Menâkıbü’l-ensâr 36; Tefsîr 54/1; Müslim, Münâfıkîn 46; Tirmizî, Tefsîr 54/2; Ahmed b. Hanbel, III, 165. İmâm Müslim, ayın yarılaması ile ilgili verdiği hadislerde, müşriklerin mucize taleplerinden söz etmeyen İbn Mes‘ûd rivâyetlerini Enes b. Mâlik rivâyetlerinden önce zikretmekle sanki, İbn Mes‘ûd rivâyetlerini diğerine oranla daha sahîh gördüğünü ihsas etmektedir (bk. Müslim, Münâfıkîn 43-48).
[72]       İbn Hacer, Fethu’l-bârî, VI, 632; Mevdûdî, Tefhîm, VI, 43.
[73]       Bk. Ömerî, es-Sîra, I, 161; Derveze, Hz. Muhammed’in Hayatı, II, 271-272.
[74]       Krş. Hamîdullah, İslâm Peygamberi, I, 103.
[75]       İbn Hacer, Fethu’l-bârî, VII, 185.
[76]       es-Secde (32), 21.
[77]       Bk. Beyhakî, Delâil, II, 328.
[78]       Kastalânî, el-Mevâhib, II, 523; Kettânî, Nazmü’l-mütenâsir, s. 223; Çelebi, Uzak ve Yakın Gelecekle İlgili Haberler, s. 161. İ. Çelebi, ayın yarılmasına dair hadis kaynaklarında geçen bu sahâbîlere ait rivâyetleri çalışmasında tek tek zikretmiştir (bk. a.g.e., s. 161-170).
[79]       Bk. İbn Hacer, Fethu’l-bârî, VII, 185-186; Kastalânî, el-Mevâhib, II, 525-527; Cisrî, Risâle-i Hamîdiyye, s. 45-48; Şiblî, Asr-ı Saadet, III, 38-41; Hamîdullah, Rasûlullah Muhammed, s. 177; a. mlf., İslâm Peygamberi, I, 120, 650; Miras, Tecrîd Tercemesi, IX, 319-323; Mevdûdî, Tefhîm, VI, 46-48; a. mlf., Hz. Peygamber’in Hayatı, I, 346-347.
[80]       Ancak yeri gelmişken, insanoğlunun aya gönderdiği uzay mekiklerinin ay yüzeyinde çektikleri resimlerde karşılaşılan bazı bulgulara temas etmek, “şakku’l-kamer: ayın yarılması” hadisesini anlamak açısından faydalı olacaktır. Gerek 1968’de Apollo-11’in gerekse daha sonra Apollo-15’in ay yüzeyinde çektiği fotoğraflarda ayın etrafını çevreleyen derin ve geniş bir kanalın bulunduğu, sanki ortadan ikiye ayrılmış gibi bir ışık kanalının olduğu tespit edilmiştir. Bu konunun gerçek mâhiyetinin açığa çıkarılması, belki hâlâ ayda araştırma yapabilecek müslüman astronotları beklemektedir. Bk. Hamîdullah, İslâm Peygamberi, I, 127.
[81]       İbn Hişâm, es-Sîra, II, 203; Heysemî, Mecma‘u’z-zevâid, VI, 84.
[82]       Kastalânî, el-Mevâhib, I, 364-365; Ertuğrul, Hakikat Nurları, s. 426.
[83]       Diğer bazı rivâyetlerde, bu âyetle irtibat kurmaksızın Bedr’in dışındaki savaşlarda da Hz. Peygamber’in düşmanın üzerine “Kara olsun yüzleri” lânetini söyleyerek bir avuç toprak attığı ve savaşın Allah Rasûlü’nün anılan eyleminden sonra kazanıldığı geçmektedir (Meselâ, Huneyn savaşındaki benzer olay için bk. Müslim, Cihâd 76, 81). Söz konusu âyette mutlak bir ifade kullanıldığından, belki de bu âyet, tüm bu atmalara işaret etmektedir.
[84]       Bk. Şiblî, Asr-ı Saadet, III, 46-61; ayrıca bk. Akgül, Kur’ân-ı Kerîm’de Hz. Peygamber, s. 121-134.
[85]       Bk. et-Tûr (52), 29; el-Hâkka (69), 42; es-Sâffât (37), 15; ez-Zuhruf (43), 30; el-Ahkâf (46), 7; el-Enbiyâ (21), 3; Yûnus (10), 2; es-Saf (61), 6.
[86]       Şiblî, Asr-ı Saadet, III, 8; krş. Kazancı, Çeşitli Yönleriyle Nübüvvet Kavramı, s. 76.
[87]       Bk. Buhârî, Menâkıb 25 (IV, 169); Ahmed b. Hanbel, I, 223; Dârimî, Mukaddime 4; Beyhakî, Delâil, II, 266, 313
[88]       Aydınlı, Sünen-i Dârimî, I, 100.
[89]       Fendî, Allah ve Kâinat, s. 40.
[90]       Bk. Buhârî, Bed’ü’l-vahy 3; Tefsîr 96/1; Menâkıbü’l-ensâr 45; Müslim, Îmân 252.
[91]       Bk. Aydınlı, Sünen-i Dârimî, I, 100.
[92]       Krş. Şiblî, Asr-ı Saadet, III, 8
[93]       Bk. Beyhakî, Delâil, I, 32.
[94]       Beyhakî, Delâil, I, 33; Nesefî, Tebsıratü’l-edille, I, 491-492; İbn Hacer, Fethu’l-bârî, VI, 582; Kettânî, Nazmü’l-mütenâsir, s. 214.
[95]       Miras, Tecrîd Tercemesi, IX, 292-293.
[96]       Bağdâdî, el-Fark, s. 196.
[97]       Bâkıllânî, Temhîd, s. 160-161; Kâdî ‘Iyâd, eş-Şifâ, I, 256; İbn Hacer, Fethu’l-bârî, VI, 582.
[98]       Hamîdullah, İslâm Peygamberi, I, 273.
[99]       Kettânî, Nazmü’l-mütenâsir, s. 43.
[100]     Bk. Bu tezin “Nübüvveti İspat Tartışmalarının Târihî Seyri” kısmı.
[101]     Bağdâdî, el-Fark, s. 79; Şehristânî, el-Milel ve’n-nihal, I, 58; İsferâyînî, et-Tebsîr fi’d-dîn, s. 72.
[102]     Bağdâdî, el-Fark, s. 79.
[103]     Bağdâdî, el-Fark, s. 80; krş. İsferâyînî, et-Tebsîr fi’d-dîn, s. 73.
[104]     Kâdî Abdülcebbâr, Tesbîtü delâili’n-nübüvve, I, 56.
[105]     Bağdâdî, el-Fark, s. 98.
[106]     Bk. İbn Rüşd, el-Keşf, s. 309-311. Buna karşın Fârâbî, mucizelerin nübüvvetin ispat aracı olduğunu kabul eder (bk. İbrâhim Medkur, “Fârâbî”, II, 83).
[107]     Reşid Rıza, el-Vahyü’l-Muhammedî, s. 80-81.
[108]     Buhârî, Menâkıb 25 (IV, 173-174).
[109]     Buhârî, Salât 64 (muhtasaran) Buyû‘ 32; Menâkıb 25 (IV, 173); Ahmed b. Hanbel, III, 300; İbn Ebû Şeybe, el-Musannef, VII, 433; Ebû Nuaym, Delâil, II, 513-514; Beyhakî, Delâil, II, 60; Ebu’l-Kâsım, Delâil, I, 394.
[110]     İbn Mâce, İkâmetû’s-salât 199; Ahmed b. Hanbel, V, 137-139; Dârimî, Mukadime 6.
[111]     Aydınlı, Sünen-i Dârimî, I, 130.
[112]     Miras, Tecrîd Tercemesi, III, 76.
[113]     Buhârî, Menâkıb 25 (IV, 173); İbn Mâce, İkâmetû’s-salât 199; Ahmed b. Hanbel, I, 249, 267, 363; III, 306; Dârimî, Mukadime 6; İbn Ebû Şeybe, el-Musannef, VII, 433; İbn Belbân, el-İhsân, XIV, 436, 438.
[114]     Bazı rivâyetinde gebe olmayan normal deve (nâka) iniltisi şeklindedir (bk. Tirmizî, Menâkıb 6; Nesâî, Cum‘a 17; Ahmed b. Hanbel, III, 295); Yukarıdaki kaynaklara ek olarak ayrıca bk. Buhârî, Cum‘a 26.
[115]     Bk. İbn Mâce, İkâmetû’s-salât 199; Ahmed b. Hanbel, V, 137-138; Dârimî, Mukadime 6.
[116]     Miras, Tecrîd Tercemesi, III, 78.
[117]     Krş. İbn Hacer, Fethu’l-bârî, VI, 602-603.
[118]     Yardım, Peygamberimizin Şemâili, s. 74.
[119]     Şiblî, Asr-ı Saadet, III, 71; Aydınlı, Sünen-i Dârimî, I, 130.
[120]     İbn Belbân, el-İhsân, XIV, 437; Beyhakî, Delâil, II, 559; Kâdî ‘Iyâd, eş-Şifâ, I, 305.
[121]     İbn Mâce, İkâmetû’s-salât 199; Ahmed b. Hanbel, I, 249, 267, 363; Dârimî, Mukadime 6.
[122]     Dârimî, Mukadime 6; Ebû Nuaym, Delâil, II, 519; Heysemî, Mecma‘u’z-zevâid, II, 82; Suyûtî, el-Hasâis, II, 306-307. Bu hadisin senedindeki Sâlih b. Hayyân zayıf bir râvîdir (bk. Zehebî, el-Mîzân, II, 292-293)..
[123]     Bk. Kâdî ‘Iyâd, eş-Şifâ, I, 303; Kastalânî, el-Mevâhib, II, 544; Kettânî, Nazmü’l-mütenâsir, s. 222; Miras, Tecrîd Tercemesi, III, 76; Şiblî, Asr-ı Saadet, III, 72 (dipnot); Aydınlı, Sünen-i Dârimî, I, 129-130
[124]     Bk. Kettânî, Nazmü’l-mütenâsir, s. 222.
[125]     Bu hadisin değişik rivâyetlerini bir arada görmek için bk. Dârimî, Mukadime 6 (I, 15-19); Ebû Nuaym, Delâil, II, 513-519; Beyhakî, Delâil, II, 554-563, VI, 66-68; İbn Kesîr, el-Bidâye, VI, 125-131; a.mlf., Şemâilü’r-Rasûl, s. 239-251.
[126]     Buhârî, Menâkıb 25 (IV, 170); Meğâzî 35 (V, 63); Ahmed b. Hanbel, III, 329, 365; Dârimî, Mukaddime 5; Tayâlisî, Müsned, s. 239 ; Firyâbî, Delâil, s. 71; Nuaym, Delâil, II, 522; Beyhakî, Delâil, IV, 115; Ebu’l-Kâsım, Delâil, II, 415-416; krş. Buhârî, Eşribe 31
[127]     Şiblî, Asr-ı Saadet, III, 101.
[128]     Buhârî, Menâkıb 25 (IV, 169); Müslim, Mesâcid 312; krş. Buhârî, Teyemmüm 6.
[129]     İbn Hacer, Fethu’l-bârî, VI, 585.
[130]     Buhârî, Menâkıb 25 (IV, 169).
[131]     İbn Hacer, Fethu’l-bârî, VI, 592.
[132]     İbn Hacer, Fethu’l-bârî, VI, 592.
[133]     Buhârî, Menâkıb 25 (IV, 170).
[134]     Bk. Müslim, Fedâil 10; el-Muvatta’, Kasru’s-salât 2.
[135]     Bk. Kettânî, Nazmü’l-mütenâsir, s. 224.
[136]     Bu hadisler için bk. Firyâbî, Delâil, s. 55-88; Ebû Nuaym, Delâil, II, 520-531; Kâdî ‘Iyâd, eş-Şifâ, I, 285-291; İbn Kesîr, el-Bidâye, VI, 93-101; a.mlf., Şemâilü’r-Rasûl, s. 176-191; Heysemî, Mecma‘u’z-zevâid, VIII, 299-302; Kastalânî, el-Mevâhib, II, 557-568; Mukbil b. Hâdî, es-Sahîhu’l-müsned, s. 113-132.
[137]     Bk. Davudoğlu, Müslim Şerhi, IX, 352.
[138]     Bu rakam Müslim rivâyetine göredir. Dârimî ve İbn Ebû Şeybe’nin rivâyetinde üç yüz veya sekiz yüz rakamı geçmektedir.
[139]     Buhârî, Meğâzî 29; Cihâd 188 (muhtasaran); Müslim, Eşribe 141; Ahmed b. Hanbel, III, 300 (muhtasaran), 377; Dârimî, Mukaddime 7; İbn Ebû Şeybe, el-Musannef, VII, 425-426.
[140]     el-Ahzâb (33), 10-11.
[141]     Buhârî, Salât 43; Menâkıb 25 (IV, 170-171); Et‘ıme 6; Eymân 22; Müslim, Eşribe 142, 143; el-Muvatta’, Sıfetü’n-nebî 19; Dârimî, Mukaddime 7.
[142]     İbn Hacer, Fethu’l-bârî, VI, 588.
[143]     Müslim, Îmân 44, 45; Ahmed b. Hanbel, III, 11; İbn Belbân, el-İhsân, XIV, 464-465; Beyhakî, Delâil, V, 229-230.
[144]     Buhârî, İstikrâz 9; Sulh 13; Buyû‘ 51; Nesâî, Vesâyâ 4; Ebû Dâvud, Vesâyâ 17 (muhtasaran); İbn Mâce, Sadakât 20; Dârimî, Mukaddime 7; Ahmed b. Hanbel, III, 365, 391, 397-398, 399; İbn Ebû Şeybe, el-Musannef, VII, 426; Firyâbî, Delâil, s. 82-84; İbn Belbân, el-İhsân, XIV, 472-473; Ebû Nuaym, Delâil, II, 560-561; Beyhakî, Delâil, VI, 149-150.
[145]     Bk. Buhârî, İsti’zân 14; Rikâk 17; Tirmizî, Sıfetü’l-kıyâme 36; İbn Ebû Şeybe, el-Musannef, VII, 426.
[146]     Yemeğin bereketlenmesine dair hadisleri toplu olarak görmek için bk. Firyâbî, Delâil, s. 29-53; Ebû Nuaym, Delâil, II, 532-554; Kâdî ‘Iyâd, eş-Şifâ, I, 291-303; İbn Kesîr, el-Bidâye, VI, 101-122; a.mlf., Şemâilü’r-Rasûl, s. 192-233; Mukbil b. Hâdî, es-Sahîhu’l-müsned, s. 103-112.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder